Eğer istersen:

فَانْظُرْ اِلَي آثَارِ رَحْمَةِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِي الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا

اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِي اْلمَوْتَي وَهُوَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

âyetine nazar et! Tâ ki keyfiyet-i ihya ve imate içinde, sâbık temsilin hakikatını göresin.

İşte şu göz önündeki tasarrufattan kat’î anlaşılıyor ve o şuûnattan hadsen biliniyor ki: Şu dağılmalar ve toplanmalardan müşahede edilen vaziyet, yalnız (buradaki haller için) maksud-u bizzat değillerdir. Çünki bu kısa zaman içindeki cüz’î, fani faydalar ile, şu pek mühim ihtifalât arasında bir münasebet yoktur ve olamaz. Belki ancak suretlerinin alınması ve neticelerinin terkib edilip muhafaza edilmesi ve hüviyetlerinin tesbit edilip kaydedilmesi için birer temsil ve takliddirler. Tâ ki, ileride bir mecma-i ekberde muamele bunlar üstüne dönsün. Ve bir seyrangâh-ı ebedîde daimî manzaralar halinde müşahedeler bunlarla devam etsin. İşte ancak o zaman, şu faniler daimî suretleri, bakî semereleri, ebedî manaları ve sabit tesbihatları semere verirler. Demek şu dünya ise, ancak bir tarladır, haşir ise beyderdir, bir harmandır. Cennet ve cehennem ise, birer mahzendirler.

VE LÂSİYYEMÂ: O Rabb-i Sermedî, o Sultan-ı Ezelî ve Ebedî, o zâil menzillerde, o geçici binalarda ve şu gidici meşherlerde bâhir ve mâhir bir hikmetin ve zâhir ve müzehher bir inayetin ve âlî ve gâlî bir adaletin ve geniş ve cami’ bir merhametin âsârını izhar ettiği halde, hem o derece ki, gözü kör ve kalbi paslı olmayan herkes yakînen bilir ki; daire-i imkânda onun hikmetinden daha ekmel bir hikmet ve inayetinden daha ecmel bir inayet ve merhametinden daha eşmel bir merhamet ve adaletinden daha ecell bir adalet mevcud değildir ve tasavvur edilemez.

Öyle ise, onun daire-i memleketinde ve mülk ve melekûtu içinde daimî, âlî mekânlar ve ebedî, galî meskenler ve içinde zevalsiz, mukim sâkinler olmazsa ve bulunmazsa -ki, o mezkûr adalet, hikmet, inayet ve rahmetin hakikatlarının tam tezahürleri ancak o mezkûr mezahirde cilveger olabilir- o zaman herbir akıl sahibine görünen şu hikmet-i

Yükleniyor...