Yani semavat ve arzda kibriya, yalnız O’na mahsustur, o hem Aziz’dir, hem Hakîm’dir…

Ey her şeyde senin vücud ve vahdetin için iki şahid bulunan Cenab-ı Vâcib-ül Vücud! Sen Sübhansın, Mukaddessin. Ve ey her zîhayatta senin Ehad-i Samed olduğuna iki âyet bulunan Sultan-ı Ehad ve Samed! Sen bütün kusurattan münezzehsin, müberrasın. Ve ey her bir mahlukun cebhesinde sikke-i ehadiyeti sıdk ile madrub olup hakkı söyleyen ve sana şahidlik yapan Zat-ı Celil-i Zülcemal! Sen kâinatın mukteziyatı olan nevakıs ve avarızın cemiisinden müberrasın, mukaddessin.

Şimdi onun esma-i hüsnasının âsârı olan âleme ve içindeki masnuata bak! Nasıl bir intizam-ı mutlak içinde gündüz gibi parlak bir sehavet-i mutlaka göreceksin. Hem dahi sühulet-i mutlaka içinde bir nizam-ı âdili müşahede edeceğin gibi, bunu da bir ittizan-ı mutlak içinde; onu da bir sür’at-i mutlaka içinde; şunu da mutlak bir hüsn-ü san’at içinde; onu da bir vüs’at-i mutlaka içinde; bunu da bir ittikan-ı mutlak içinde mutlak bir ucuzlukla beraber son derece kıymettar olarak göreceksin. Ve aynı zamanda son derece karışık ve muhtelit iken, son derece bir imtiyaz ve tefrik içinde bulacaksın. Ayrıca mevcudat, birbirine son derece bu’d-u mutlak içinde iken, son derece bir muvafakat içinde zuhura geldiğini, hem kesret-i mutlaka içinde iken, son derece kemalli ve olgun olarak icad edildiği meşhudun olacaktır.

İşte şu meşhud keyfiyet ise, âkıl-i muhakkik için bir şahid-i hak iken; fakat ahmak münafık için ise, bir Zat-ı Alim’in kudret-i mutlakasının vahdetini ve şu âsâr-ı san’atın Cenab-ı Hakk’a ait olduğunu kabule icbar eden bir vaziyettir. Öyle ise düşün ve de:

لَا خَالِقَ اِلَّا هُوَ لَا فَاطِرَ اِلَّا هُوَ

İşte cezbe-i fikriye cazibeli nağmesiyle burada tamam oldu.

***


Yükleniyor...