Sonra esma-i hüsnanın cilveleri itibariyle bütün arşların anası olan Arş-ı Azam aynasında Rabb-ül Âlemîn’in tecellisinden ism-i azam ile parlayan bir Peygamber’in feyzi nerede?

Evet meselâ, senin küçük ve bulanık olan aynan içindeki hususî güneşinden gelen feyzin nerede? Sonra gök tavanında parlayan âlemin güneşinden gelen bir feyz-i küllî nerede?

Hem bir padişahın kendi raiyetinden birisine hâs bir telefon ile hususî bir hacete dair, cüz’î bir emir ile ettiği bir hitabı nerede? Sonra o melikin saltanat-ı uzma ünvanıyla ve hilafet-i kübra ismiyle; hem kendi malikiyet-i ulyasının haşmeti haysiyetiyle memleketinin etrafında kendi sefir ve vezirleri vasıtasıyla kendi evamirini etrafa teşhir maksadıyla isdar ettiği fermanı nerede?

İşte bu sırr-ı azîmden; vahyin ekserisi melek vasıtasıyla olduğu, ilham-ı İlahînin ağlebi ise vasıtasız olduğu anlaşılır. Hem en yüksek bir velînin, enbiyadan hiç bir peygamberin derecesine ulaşamadığının sırrı, hem Kur’an’ın sırr-ı azameti ve izzet-i kudsiyeti ve çok yüksek îcazı içindeki ulviyet-i i’cazı; hem tâ göklere, tâ Sidret-ül Münteha’ya, tâ Kabe Kavseyn’e gidip

اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ

ile muttasıf Zat-ı Zülcelal ile münacât etmek için Mi’rac-ı Ahmedî’nin sırr-ı lüzumu; sonra tarfet-ül aynda yerine dönmesinin hakikatı gibi nice esrarın hakikatları fehmedilir. Ve sonra yine aynı sırdan, kelâm-ı nefsînin yani ilhamın ilim ve irade gibi ezelî, sade bir sıfat olup; vücud ve sübutu malûm, fakat künh ü keyfiyeti ise mechul olduğu, hem kelimat-ı İlahiyenin de nihayetsiz olduğu anlaşılır.

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ

TENBİH: Bu azîm mebhas, Ondördüncü Reşha’nın İkinci Katresi’nin bir tetimmesidir.

Yükleniyor...