Hem esbab içine dalmış şu feylesof arkadaşımız dahi varsın katre olsun. Çünki o, ancak kamer aracılığıyla güneşin ziyasından zıllî bir ışık alabiliyor.
Amma kâinatta müessir-i hakikî yalnız Allah’tır diyen ‘Ben’ ise, reşha olayım. Çünkü reşha zatında fakirdir, hiç bir renge malik değil. Onun için o, güneşin aynı misalini kendi gözüne gözbebeği yapmıştır.
Şimdi her birimiz kendi vaziyetimizi böylece anladıktan sonra; bizi ihsanıyla nurlandıran ve tezyin eden zatın cazibe-i muhabbeti, kendisine kurbiyet peyda etmemizin ve onu görmemizin taleb ve kasdıyla bizi harekete getirdi, sülûke başladık.
İşte ey zehre! Sen sülûk edip gittin. Tâ öyle bir mertebe-i külliyeye vâsıl oldun ki; zehre çiçeğinin bütün cinsine birden bakan ve o nevide, güneş timsalinin elvan-ı ziyasının tahallül ettiği kesif bir aynalık mertebesine ulaştın. Fakat yine de sen, mukayyedlerin elvanının hususiyatı ortasında teferruk ve teşettütten kurtulamazsın. Hem berazih ve suretlerin araya girmesiyle, güneşin aynısı tesettüre uğradığı için, firaklardan da sâlim kalamazsın. Ancak şu şart ile kurtulabilirsin ki; sen kendi nefsine ve zatına perestiş derecesindeki muhabbetten başını kaldırasın ve nefsinin mehasiniyle meftuniyet içindeki telezzüz ve tefahurdan nazarını çekip sema yüzündeki güneşin aynısına dikesin. Hem zaten senin rızkını alıp sana koşarak getiren toprak canibine, celb-i rızık için müteveccih olan bâtın-ı vechinle dönüp güneşe müteveccih olasın… Yoksa bu şartları yapmazsan, kayıd ve berzahların gerisinde güneşin asliyeti nedir bilemezsin. Evet sen onun bir aynası olduğun gibi; o da sema denizinin yüzünde parlayan bir katrecik olup, Hak Sübhanehu ve Teala’nın Nur isminin envar-ı kudretinden bir lem’asına bir ayna olmuştur.
Fakat bununla beraber, yine de sen, güneşin nefs-ül emirdeki mahiyetini olduğu gibi göremezsin. Belki ancak sen kendi sıfat ve mirsadlarının renkleriyle renklenmiş bir şekilde ve mukayyed olan kabiliyetlerinin kayıdlarıyla kayıdlı bir surette görebilirsin.
Şimdi ey katre! Sen de gittin, felsefenin basamaklarıyla yüksele yüksele, tâ kamere kadar çıktın ve gördün ki; kamer kendi zatında karanlıklı kesif bir şeydir. Onun cirminde ne ziya var, ne de hayat… Senin sa’y ve amelin boşuboşuna gitmekle beraber, sen ye’sin
Amma kâinatta müessir-i hakikî yalnız Allah’tır diyen ‘Ben’ ise, reşha olayım. Çünkü reşha zatında fakirdir, hiç bir renge malik değil. Onun için o, güneşin aynı misalini kendi gözüne gözbebeği yapmıştır.
Şimdi her birimiz kendi vaziyetimizi böylece anladıktan sonra; bizi ihsanıyla nurlandıran ve tezyin eden zatın cazibe-i muhabbeti, kendisine kurbiyet peyda etmemizin ve onu görmemizin taleb ve kasdıyla bizi harekete getirdi, sülûke başladık.
İşte ey zehre! Sen sülûk edip gittin. Tâ öyle bir mertebe-i külliyeye vâsıl oldun ki; zehre çiçeğinin bütün cinsine birden bakan ve o nevide, güneş timsalinin elvan-ı ziyasının tahallül ettiği kesif bir aynalık mertebesine ulaştın. Fakat yine de sen, mukayyedlerin elvanının hususiyatı ortasında teferruk ve teşettütten kurtulamazsın. Hem berazih ve suretlerin araya girmesiyle, güneşin aynısı tesettüre uğradığı için, firaklardan da sâlim kalamazsın. Ancak şu şart ile kurtulabilirsin ki; sen kendi nefsine ve zatına perestiş derecesindeki muhabbetten başını kaldırasın ve nefsinin mehasiniyle meftuniyet içindeki telezzüz ve tefahurdan nazarını çekip sema yüzündeki güneşin aynısına dikesin. Hem zaten senin rızkını alıp sana koşarak getiren toprak canibine, celb-i rızık için müteveccih olan bâtın-ı vechinle dönüp güneşe müteveccih olasın… Yoksa bu şartları yapmazsan, kayıd ve berzahların gerisinde güneşin asliyeti nedir bilemezsin. Evet sen onun bir aynası olduğun gibi; o da sema denizinin yüzünde parlayan bir katrecik olup, Hak Sübhanehu ve Teala’nın Nur isminin envar-ı kudretinden bir lem’asına bir ayna olmuştur.
Fakat bununla beraber, yine de sen, güneşin nefs-ül emirdeki mahiyetini olduğu gibi göremezsin. Belki ancak sen kendi sıfat ve mirsadlarının renkleriyle renklenmiş bir şekilde ve mukayyed olan kabiliyetlerinin kayıdlarıyla kayıdlı bir surette görebilirsin.
Şimdi ey katre! Sen de gittin, felsefenin basamaklarıyla yüksele yüksele, tâ kamere kadar çıktın ve gördün ki; kamer kendi zatında karanlıklı kesif bir şeydir. Onun cirminde ne ziya var, ne de hayat… Senin sa’y ve amelin boşuboşuna gitmekle beraber, sen ye’sin
Yükleniyor...