اِعْلَمْ
Ey birader! Malûm olsun ki, iman-ı billah ve peygamberlere iman ve haşre iman ile, kâinatın varlığını tasdik arasında kat’î bir telazum vardır. Yani birbirlerinin varlığını mutlaka icab ettirirler. Ve o telazum için nefs-ül emirde -gaflet karışmamak şartıyla- uluhiyetin vücubu, risaletin sübutu ve âhiretin vücudu ile kâinatın şuhudu arasında bir irtibat-ı tamm vardır.
Çünkü bir kitab, hususan her bir kelimesi bir kitabı tazammun etmiş ve her bir harfi muntazam bir kasideyi ihtiva etmiş bir kitab olsa, kâtibsiz olması nasılki imkânsızdır, öyle de: kâinat kitabı göz önünde meşhud bulunduğu halde, onun kâtib ve Nakkaş-ı Ezelîsinin vücub-u vücuduna iman etmemek, sarhoşluk hariç kalmak şartıyla, mümkün değildir.
Hem nasılki bir binanın, hususan garib zinetleri, acib nakışları, hârika san’atları müştemil olan bir binanın, hattâ her bir taşında mezkûr âsârın mevcudiyeti meşhud bulunan bir binanın bânîsi, sanii, münşisi ve sahibi olmaksızın mevcud bulunması imkân dâhilinde olmadığı gibi; öyle de: asla ve kat’a mümkün değildir ki; bu âlemin varlığı tasdik edilsin de, (dalalet sarhoşluğu karışmamak şartıyla) Saniinin vücudu tasdik edilmesin!
Hem nasılki gündüz ortasında, deniz yüzünde, kabarcıkların telemmu’ları ve su katrelerinin parlamaları ve karın zerreciklerinin şu’lelenmeleri müşahede edildiği halde, güneşin vücudu inkâr edilsin, mümkün değildir. Çünkü güneşin vücudu inkâr edildiği takdirde; karın şişecikleri kadar, suyun damlacıkları miktarınca ve denizin kabarcıkları sayısınca bil’asale güneşçiklerin kabulü lâzım gelecektir.
Öyle de bozulmamış bir aklı bulunan bir adam, şu mütemadiyen insicam içinde muntazaman tazelenen mütehavvil kâinatın varlığına inansın da, fakat onun Hâlıkının ve Saniinin vücub-u vücuduna iman etmesin, mümkün olamaz. Çünkü o, öyle bir Sani-i Zülcelal’dir ki; şu muhteşem bina-yı âlemin ve şu muazzam şecere-i kâinatın temellerini usûl-ü meşiet ve hikmetiyle te’sis etmiş, kaza ve kaderinin düsturlarıyla fasletmiş, âdet ve sünnetinin kanunlarıyla tanzim etmiş, inayet ve
Ey birader! Malûm olsun ki, iman-ı billah ve peygamberlere iman ve haşre iman ile, kâinatın varlığını tasdik arasında kat’î bir telazum vardır. Yani birbirlerinin varlığını mutlaka icab ettirirler. Ve o telazum için nefs-ül emirde -gaflet karışmamak şartıyla- uluhiyetin vücubu, risaletin sübutu ve âhiretin vücudu ile kâinatın şuhudu arasında bir irtibat-ı tamm vardır.
Çünkü bir kitab, hususan her bir kelimesi bir kitabı tazammun etmiş ve her bir harfi muntazam bir kasideyi ihtiva etmiş bir kitab olsa, kâtibsiz olması nasılki imkânsızdır, öyle de: kâinat kitabı göz önünde meşhud bulunduğu halde, onun kâtib ve Nakkaş-ı Ezelîsinin vücub-u vücuduna iman etmemek, sarhoşluk hariç kalmak şartıyla, mümkün değildir.
Hem nasılki bir binanın, hususan garib zinetleri, acib nakışları, hârika san’atları müştemil olan bir binanın, hattâ her bir taşında mezkûr âsârın mevcudiyeti meşhud bulunan bir binanın bânîsi, sanii, münşisi ve sahibi olmaksızın mevcud bulunması imkân dâhilinde olmadığı gibi; öyle de: asla ve kat’a mümkün değildir ki; bu âlemin varlığı tasdik edilsin de, (dalalet sarhoşluğu karışmamak şartıyla) Saniinin vücudu tasdik edilmesin!
Hem nasılki gündüz ortasında, deniz yüzünde, kabarcıkların telemmu’ları ve su katrelerinin parlamaları ve karın zerreciklerinin şu’lelenmeleri müşahede edildiği halde, güneşin vücudu inkâr edilsin, mümkün değildir. Çünkü güneşin vücudu inkâr edildiği takdirde; karın şişecikleri kadar, suyun damlacıkları miktarınca ve denizin kabarcıkları sayısınca bil’asale güneşçiklerin kabulü lâzım gelecektir.
Öyle de bozulmamış bir aklı bulunan bir adam, şu mütemadiyen insicam içinde muntazaman tazelenen mütehavvil kâinatın varlığına inansın da, fakat onun Hâlıkının ve Saniinin vücub-u vücuduna iman etmesin, mümkün olamaz. Çünkü o, öyle bir Sani-i Zülcelal’dir ki; şu muhteşem bina-yı âlemin ve şu muazzam şecere-i kâinatın temellerini usûl-ü meşiet ve hikmetiyle te’sis etmiş, kaza ve kaderinin düsturlarıyla fasletmiş, âdet ve sünnetinin kanunlarıyla tanzim etmiş, inayet ve
Yükleniyor...