rahmetinin namuslarıyla tezyin etmiş, esma ve sıfatının cilveleriyle tenvir etmiştir.
Evet bir tek Hâlık-ı Vâhid’i kabul etmemekle; gayr-ı mütenahî, belki kâinatın zerratı ve mürekkebatı adedince ilâhları kabul etmeğe muztar olunur. Hem öyle ki, kabule muztar kalacağı o her bir şeyin ilâhının her biriside bütün her bir şeyi halketmeğe muktedir birer ilâh olduğunu kabul etmesi lâzımdır. Çünkü birer cüz’î olan her bir zîhayat, bütün her şeyin bir nümunesidir. Öyle ise, bir cüz’î zîhayatı halkeden kim ise, bütün mahlukatı dahi o halketmiş olması lâzımdır.
Hem nasılki güneşin vücudu bulunup da, ziya neşretmeksizin olamaz. Öyle de; uluhiyet, peygamberleri irsal etmekle tezahür etmeksizin mümkün değildir. Hem dahi nihayet kemalde olan bir cemal, tarif edici bir elçi vasıtasıyla kendini tebarüz ettirmemek ve tanıttırmamak gayr-ı mümkündür. Hem gayet cemalde olan bir kemal-i san’at, o san’at üzerine enzarı dikkate davet için bir münadî, bir dellâl vasıtasıyla teşhir edilmesini istemesin! Hem bir Rububiyet-i amme saltanatı, kesret tabakatında vahdaniyet ve Samedaniyetini zülcenaheyn bir meb’us vasıtasıyla bir ubudiyet-i külliye ile mukabele ettirip ilânını istemesin! Hem nihayeti olmayan bir hüsün bulunsa, o hüsün sahibi bir aynada cemalinin mehasinini ve hüsnünün letaifini müşahede etmeyi muhabbetle taleb etmesin! Ve istihsancıların nazarlarını hüsnünün üzerine çekmesini ve hüsnünü onlara göstermesini sevgili bir abd vasıtasıyla irade etmesin! Ki, o sevgili abd, hem abddir kendini ona sevdirir; hem resuldür, onu insanlara sevdirir. Yani o abd-i habib, ubudiyetiyle zîcemal zatın cemal-i rububiyetine bir ayna olduğu gibi; risaletiyle de o cemal-i rububiyeti göstermeğe bir medardır.
Hem acaib-i mu’cizat ve garaib-i murassaat ile dolu hazinelere mâlik bir zat, kendi gizli kemalâtını sarraf bir tarifçi ve vassaf bir teşhirci vasıtasıyla mahlukatın başları üstünde izharını irade ve enzar önünde arzetmesini istemesin! (kellâ!)
İşte madem hakikat böyledir. Acaba bütün bu mezkûr evsafı kendisinde en cami’ bir tarzda toplayan seyyidimiz Hz. Muhammed’den (A.S.M.) başka, âlemde kimse zuhur etmiş midir? Hâyır, aslâ ve kat’â! Belki o Zat (A.S.M.), mezkûr evsafı en ecma’ ve tarifi geçmiş sıfatla, yapılmış vezaif-i ubudiyet ve risaleti ifada en ekmel ve en yüksek bir
Evet bir tek Hâlık-ı Vâhid’i kabul etmemekle; gayr-ı mütenahî, belki kâinatın zerratı ve mürekkebatı adedince ilâhları kabul etmeğe muztar olunur. Hem öyle ki, kabule muztar kalacağı o her bir şeyin ilâhının her biriside bütün her bir şeyi halketmeğe muktedir birer ilâh olduğunu kabul etmesi lâzımdır. Çünkü birer cüz’î olan her bir zîhayat, bütün her şeyin bir nümunesidir. Öyle ise, bir cüz’î zîhayatı halkeden kim ise, bütün mahlukatı dahi o halketmiş olması lâzımdır.
Hem nasılki güneşin vücudu bulunup da, ziya neşretmeksizin olamaz. Öyle de; uluhiyet, peygamberleri irsal etmekle tezahür etmeksizin mümkün değildir. Hem dahi nihayet kemalde olan bir cemal, tarif edici bir elçi vasıtasıyla kendini tebarüz ettirmemek ve tanıttırmamak gayr-ı mümkündür. Hem gayet cemalde olan bir kemal-i san’at, o san’at üzerine enzarı dikkate davet için bir münadî, bir dellâl vasıtasıyla teşhir edilmesini istemesin! Hem bir Rububiyet-i amme saltanatı, kesret tabakatında vahdaniyet ve Samedaniyetini zülcenaheyn bir meb’us vasıtasıyla bir ubudiyet-i külliye ile mukabele ettirip ilânını istemesin! Hem nihayeti olmayan bir hüsün bulunsa, o hüsün sahibi bir aynada cemalinin mehasinini ve hüsnünün letaifini müşahede etmeyi muhabbetle taleb etmesin! Ve istihsancıların nazarlarını hüsnünün üzerine çekmesini ve hüsnünü onlara göstermesini sevgili bir abd vasıtasıyla irade etmesin! Ki, o sevgili abd, hem abddir kendini ona sevdirir; hem resuldür, onu insanlara sevdirir. Yani o abd-i habib, ubudiyetiyle zîcemal zatın cemal-i rububiyetine bir ayna olduğu gibi; risaletiyle de o cemal-i rububiyeti göstermeğe bir medardır.
Hem acaib-i mu’cizat ve garaib-i murassaat ile dolu hazinelere mâlik bir zat, kendi gizli kemalâtını sarraf bir tarifçi ve vassaf bir teşhirci vasıtasıyla mahlukatın başları üstünde izharını irade ve enzar önünde arzetmesini istemesin! (kellâ!)
İşte madem hakikat böyledir. Acaba bütün bu mezkûr evsafı kendisinde en cami’ bir tarzda toplayan seyyidimiz Hz. Muhammed’den (A.S.M.) başka, âlemde kimse zuhur etmiş midir? Hâyır, aslâ ve kat’â! Belki o Zat (A.S.M.), mezkûr evsafı en ecma’ ve tarifi geçmiş sıfatla, yapılmış vezaif-i ubudiyet ve risaleti ifada en ekmel ve en yüksek bir
Yükleniyor...