insan için kendi acz ve za’fını, fakr ve fakatını istimdad ve tazarru ve ubudiyet lisanıyla daima ilan etmesi lâzımdır. Ve keza insan, saltanat-ı rububiyetin kemalâtının mehasinine nazırlığı; ve esma-i kudsiyenin cilvelerinin bedayiine dellallığı; ve hazain-i rahmetin müddeharatını kuvve-i zaikasıyla tadarak anlamaklığı; ve kâinatta mütecellî olan esmanın hazinelerindeki cevherleri kendi ölçücükleriyle ölçerek bilmekliği; ve kalem-i kudretin mektubatını mütalaa ederek tefekkür etmekliği; hem kâinat mezahirinde ve aynalarında Cenab-ı Kebir-i Kâmil’in kibriya, kemal ve celalini izhar etmek üzere, onun letaif-i nimetini görerek hamd ü şükür ile iştiyak göstermekliği; hem Rahman-ı Rahim, Kerim ve Vedud olan Rabb-ül Âlemîn’in kâinat sarayında rahmet ve servetinin vüs’atini takdir ile göstermeye ve letaif-i san’atını istihsan içinde teşhir etmeye ve saltanat-ı rububiyetini müşahede ve işhad ile ilan etmeye müştak olmaklığı ile; Cenab-ı Hak taala ve tekaddes hazretleri, Kur’an’da
فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ
diye ferman buyurduğu üzere, bütün mahlu-kattan üstün bir makama çıkarak; yümn-i iman ile emin bir halife-i arz olur.
Ve keza insan, nebatî cismaniyeti cihetiyle ve hayvanî maddeliği itibariyle; küçük, hakir bir cüz’ ve zaif, fakir bir cüz’îdir ki, dehşet-engiz bir surette dalgalanan mevcudat-ı seyyale mabeyninde bulunmaktadır. Fakat İslâmiyetle mütekâmil, imanla mütenevvir ve muhabbet-i Rahman’ı mutazammın olan insaniyeti cihetinde ise, ubudiyeti içinde bir sultandır, cüz’iyeti içinde bir küllîdir ve hakareti içinde makamı o derece yüce ve celildir ki; “dünya benim evimdir, güneş o evimin lâmbası ve şu nebatat ve hayvanat, hattâ insanlar benim o evimin zinet ve levazımatıdır.” demeye hak kazanır.
Evet, eğer insanın ubudiyeti içindeki fakrı, tamam ve kemalini bulursa, o zaman sultanlar ve güneşler onun evinin ecza ve ahcarları hükmüne geçerler.
İşte bu sırdan dır ki; insan, bazan kendisinden çok mertebe daha yüksek olanlardan kendini yüksek zanneder. Nasılki elinde aynası olan bir adamın, o aynada güneşin ziyasıyla parlayan koca bir denizin temessül etmesiyle; aynasını denizden daha büyük, daha geniş tevehhüm eder. Çünkü o ayna, güneşi deniz ile beraber misalen içine almaktadır.
فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ
diye ferman buyurduğu üzere, bütün mahlu-kattan üstün bir makama çıkarak; yümn-i iman ile emin bir halife-i arz olur.
Ve keza insan, nebatî cismaniyeti cihetiyle ve hayvanî maddeliği itibariyle; küçük, hakir bir cüz’ ve zaif, fakir bir cüz’îdir ki, dehşet-engiz bir surette dalgalanan mevcudat-ı seyyale mabeyninde bulunmaktadır. Fakat İslâmiyetle mütekâmil, imanla mütenevvir ve muhabbet-i Rahman’ı mutazammın olan insaniyeti cihetinde ise, ubudiyeti içinde bir sultandır, cüz’iyeti içinde bir küllîdir ve hakareti içinde makamı o derece yüce ve celildir ki; “dünya benim evimdir, güneş o evimin lâmbası ve şu nebatat ve hayvanat, hattâ insanlar benim o evimin zinet ve levazımatıdır.” demeye hak kazanır.
Evet, eğer insanın ubudiyeti içindeki fakrı, tamam ve kemalini bulursa, o zaman sultanlar ve güneşler onun evinin ecza ve ahcarları hükmüne geçerler.
İşte bu sırdan dır ki; insan, bazan kendisinden çok mertebe daha yüksek olanlardan kendini yüksek zanneder. Nasılki elinde aynası olan bir adamın, o aynada güneşin ziyasıyla parlayan koca bir denizin temessül etmesiyle; aynasını denizden daha büyük, daha geniş tevehhüm eder. Çünkü o ayna, güneşi deniz ile beraber misalen içine almaktadır.
Yükleniyor...