gözünün gördüğü, belki hayalinin yetiştiği kadardır, belki daha da geniştir.
Ve keza insanın hayvanî yaşayışı cihetindeki lezzeti, kemali, selâmeti ve metaneti, bir serçe kuşundan da yüz derece aşağıdır. Çünkü insanın bu cihetteki lezzetleri, mazinin hüzünleri ve müstakbelin korkularıyla âlûdedir. Fakat cihazat zenginliği ve havas genişliği ve tenevvü-ü hissiyat ve inbisat-ı âlât ve meratib-i istidadatın tekessürü cihetindeki hali ise işaret eder ki; insanın vazife-i asliyesi: Mevcudatın tesbihatını müşahede edip üstünde şehadet getirmektir. Hem tefekkür ile teftiş edip ve ibretle nezaret etmektir. Hem muhtaç olduğu şeyleri dua ile istemek ve acz, fakr ve kusurunu derketmekle kulluk etmektir.
Evet insan, enva-i ibadata müstaid olan istidadı cihetinden, en a’lâ bir serçe kuşundan da yüz derece daha yüksektir. Binaenaleyh, edna bir aklı bulunan anlar ki; insana verilen bu acib cihazat, yalnız bu hayat-ı dünyeviye için değildir. Belki ancak bakî bir hayat için olabilir.
Bu sırrı bir temsil ile fehme takrib ederiz. Meselâ, görsen ki, bir zat, bir hizmetçisine on altın verdi. Tâ gidip, mahsus bir kumaştan kendisine bir elbise alsın. Ve o hizmetkâr gitti, en a’lâ kumaştan bir elbise aldı, giydi. Sonra o zat, diğer bir hizmetkârına bin altın vererek, bir alış-veriş yapmak üzere pazara gönderdi. Elbette yakînen biliriz ki, o bin altın, bir kat elbise için olamaz. Çünkü en a’lâ kumaştan bir kat libas, on altına alındığını biliyoruz. Şu halde o bin altın, o elbiseden yüz derece daha kıymetli, daha üstün bir şey için verilmiştir.
İşte eğer bu hizmetkâr akılsızlığından, belahetinden o bin altın lirayı bir kat elbiseye verse, hem de evvelki hizmetkârın aldığı libastan yüz derece daha aşağı olsa; elbette bu hizmetkârın pek uzun bir ikab ve şiddetli bir te’dible cezalandırılması lâzım gelir.
Ve keza insan, za’fının kuvvetiyle ve aczinin kudretiyle, (zatî kuvvetinden) pek çok mertebe daha ziyade kuvvetli ve kudretli oluyor. Zira kendi iktidar-ı zatîsiyle, öşr-ü mi’şarına da yetişemediği işler ve şeyler, dua ve istimdad ile ona müsahhar oluyor. Evet insan bir çocuğa benziyor ki; ağlamasıyla veya hazin haliyle öyle şeylere muvaffak olur ve ulaşır ki, kendisinin şahsî bin kat kuvvetçiğiyle yetişemez. Demek insanın şu tefevvuku, galebe ile değil, gasb ile değil, celb ile değil, belki teshir-i Rabbanî ile mevcudat ona müsahhar olmuştur. Öyle ise, böyle bir
Ve keza insanın hayvanî yaşayışı cihetindeki lezzeti, kemali, selâmeti ve metaneti, bir serçe kuşundan da yüz derece aşağıdır. Çünkü insanın bu cihetteki lezzetleri, mazinin hüzünleri ve müstakbelin korkularıyla âlûdedir. Fakat cihazat zenginliği ve havas genişliği ve tenevvü-ü hissiyat ve inbisat-ı âlât ve meratib-i istidadatın tekessürü cihetindeki hali ise işaret eder ki; insanın vazife-i asliyesi: Mevcudatın tesbihatını müşahede edip üstünde şehadet getirmektir. Hem tefekkür ile teftiş edip ve ibretle nezaret etmektir. Hem muhtaç olduğu şeyleri dua ile istemek ve acz, fakr ve kusurunu derketmekle kulluk etmektir.
Evet insan, enva-i ibadata müstaid olan istidadı cihetinden, en a’lâ bir serçe kuşundan da yüz derece daha yüksektir. Binaenaleyh, edna bir aklı bulunan anlar ki; insana verilen bu acib cihazat, yalnız bu hayat-ı dünyeviye için değildir. Belki ancak bakî bir hayat için olabilir.
Bu sırrı bir temsil ile fehme takrib ederiz. Meselâ, görsen ki, bir zat, bir hizmetçisine on altın verdi. Tâ gidip, mahsus bir kumaştan kendisine bir elbise alsın. Ve o hizmetkâr gitti, en a’lâ kumaştan bir elbise aldı, giydi. Sonra o zat, diğer bir hizmetkârına bin altın vererek, bir alış-veriş yapmak üzere pazara gönderdi. Elbette yakînen biliriz ki, o bin altın, bir kat elbise için olamaz. Çünkü en a’lâ kumaştan bir kat libas, on altına alındığını biliyoruz. Şu halde o bin altın, o elbiseden yüz derece daha kıymetli, daha üstün bir şey için verilmiştir.
İşte eğer bu hizmetkâr akılsızlığından, belahetinden o bin altın lirayı bir kat elbiseye verse, hem de evvelki hizmetkârın aldığı libastan yüz derece daha aşağı olsa; elbette bu hizmetkârın pek uzun bir ikab ve şiddetli bir te’dible cezalandırılması lâzım gelir.
Ve keza insan, za’fının kuvvetiyle ve aczinin kudretiyle, (zatî kuvvetinden) pek çok mertebe daha ziyade kuvvetli ve kudretli oluyor. Zira kendi iktidar-ı zatîsiyle, öşr-ü mi’şarına da yetişemediği işler ve şeyler, dua ve istimdad ile ona müsahhar oluyor. Evet insan bir çocuğa benziyor ki; ağlamasıyla veya hazin haliyle öyle şeylere muvaffak olur ve ulaşır ki, kendisinin şahsî bin kat kuvvetçiğiyle yetişemez. Demek insanın şu tefevvuku, galebe ile değil, gasb ile değil, celb ile değil, belki teshir-i Rabbanî ile mevcudat ona müsahhar olmuştur. Öyle ise, böyle bir
Yükleniyor...