nefsinin menfaati ölçüsüyle tartmakla galat ediyor. İşte bu ölçüye göre, kokulu bir zehre çiçeğini bir Zühre yıldızıyla değişmek istemez.
***
اِعْلَمْ
Ey kardeş bil ki! Ubudiyet, netice-i nimet-i sabıkadır. Hem onun bir fiyatı bedelidir. Yoksa mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika olmadığı gibi, onun vesilesi de değildir.
Evet ey insan, sen ücretini almışsın. Evet bak, Hâlık-ı Zülcelal seni böyle bir ahsen-i takvim üzere halkettikten sonra, imanı da sana i’ta etmekle, kendini sana tanıttırma nimetini ihsan etmiştir. Evet nasılki mideyi i’ta etmekle, cemi-i mat’umatı adedince sana in’amlar ettiği gibi; hayatı vermekle de, sana âlem-i şehadeti nimetlerle dolu bir sofra yapmıştır. İşte bu iki sofranın derece-i tefavütlerine nazar et, düşün.
Hem dahi insanî bir nefsi sana i’ta etmekle, o mide-i insaniyetin istifadesine âlem-i mülk ve melekûtu nimetlerle dolu bir sofra yaptığı gibi, iman nimetini i’ta etmekle de, bütün zikri geçen sofralarla beraber sana esma-i hüsnasının hazinelerinin müddeharatıyla dolu sofraları senin önüne sermiştir. Hem ayrıca muhabbetini de vermekle, daha tavsif edilmez sofraları sana fethedip müheyya etmiştir.
İşte sen, bu gibi ücretleri almışsın. Öyle ise, sana yalnız hizmet düşer. Amma amel ve hizmetten sonra, sana başka nimetleri de i’ta ederse, o ancak O’nun mahz-ı fazlından olur.
***
اِعْلَمْ
Ey kardeş bil ki! Nevilerin, hususan mahlukatın küçücüklerinin, ferdlerinin kemal-i ittikan ve hüsn-ü intizamlarıyla beraber, teksir-i efradlarında hesabsız bir cûd-u mutlak müşahede edilmektedir. Bu ise Saniin tecelliyat-ı esmasının nihayetsizliğine; ve mahiyeti eşya ve mahlukatın mahiyetlerinden mübayin bulunduğuna; ve bütün eşyanın (küçük büyük, az çok, cüz’î küllî) halk ve icadları, O’nun vücubiyetiyle olan kudretine nisbeten müsavi olduğuna işaret eder. Belki sarahat derecesinde gösterir. Evet şu nihayetsiz cûd ve icad, ancak o
اِعْلَمْ
Ey kardeş bil ki! Ubudiyet, netice-i nimet-i sabıkadır. Hem onun bir fiyatı bedelidir. Yoksa mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika olmadığı gibi, onun vesilesi de değildir.
Evet ey insan, sen ücretini almışsın. Evet bak, Hâlık-ı Zülcelal seni böyle bir ahsen-i takvim üzere halkettikten sonra, imanı da sana i’ta etmekle, kendini sana tanıttırma nimetini ihsan etmiştir. Evet nasılki mideyi i’ta etmekle, cemi-i mat’umatı adedince sana in’amlar ettiği gibi; hayatı vermekle de, sana âlem-i şehadeti nimetlerle dolu bir sofra yapmıştır. İşte bu iki sofranın derece-i tefavütlerine nazar et, düşün.
Hem dahi insanî bir nefsi sana i’ta etmekle, o mide-i insaniyetin istifadesine âlem-i mülk ve melekûtu nimetlerle dolu bir sofra yaptığı gibi, iman nimetini i’ta etmekle de, bütün zikri geçen sofralarla beraber sana esma-i hüsnasının hazinelerinin müddeharatıyla dolu sofraları senin önüne sermiştir. Hem ayrıca muhabbetini de vermekle, daha tavsif edilmez sofraları sana fethedip müheyya etmiştir.
İşte sen, bu gibi ücretleri almışsın. Öyle ise, sana yalnız hizmet düşer. Amma amel ve hizmetten sonra, sana başka nimetleri de i’ta ederse, o ancak O’nun mahz-ı fazlından olur.
اِعْلَمْ
Ey kardeş bil ki! Nevilerin, hususan mahlukatın küçücüklerinin, ferdlerinin kemal-i ittikan ve hüsn-ü intizamlarıyla beraber, teksir-i efradlarında hesabsız bir cûd-u mutlak müşahede edilmektedir. Bu ise Saniin tecelliyat-ı esmasının nihayetsizliğine; ve mahiyeti eşya ve mahlukatın mahiyetlerinden mübayin bulunduğuna; ve bütün eşyanın (küçük büyük, az çok, cüz’î küllî) halk ve icadları, O’nun vücubiyetiyle olan kudretine nisbeten müsavi olduğuna işaret eder. Belki sarahat derecesinde gösterir. Evet şu nihayetsiz cûd ve icad, ancak o
Yükleniyor...