yerine şükrü iktiza eder. İşte bu mertebede onun tezkiyesi ise; kemalini kemalsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmesidir.
Dördüncü Hatvede: Kat’iyetle derketmesi lâzımdır ki, kendisi nefsinde ve mana-yı ismîyle fanidir, mefkuddur, hâdistir ve madumdur. Fakat mana-yı harfiyle ve Saniinin esmasına ayinedarlık cihetiyle şâhiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur.
İşte şu hatvede onun tezkiyesi budur ki; vücudunda adem, ademinde vücudu olduğunu bilmek, ve
لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ
deyip, mülk onun olduğu gibi, hamd da yalnız ona mahsus olduğunu düşünüp herşeyi Allah’a teslim etmektir.
Ve keza ehl-i sülûktan vahdet-ül vücud ehlinin meşrebi, kâinatın vücudunu nefyetmekle idamına hükmeder. Ehl-i vahdet-üş şühudun meşrebi de mevcudatı nisyan-ı mutlak hapishanesinde mahbusiyeti cihetine gider.
Amma benim, Kur’an’ın minhac-ı kavîminden fehmettiğim budur ki: Mevcudatı hem idamdan, hem hapisten afvetmektir. Belki onları mana-yı harfî ve Allah hesabına mazhariyet ve aynadarlık cihetiyle esma-ı hüsnayı ilan etmek vezaifinde istihdam ederek, mana-yı ismî ile veya nefisleri hesabına olan hizmetten azletmektir.
Sonra insan, kendi vücud ve hayatında bir devair-i mütedahile ve masnuat-ı müterâkibedir. Zira insan hem nebattır, hem hayvandır, hem insandır, hem mü’min… İşte bundan dolayıdır ki, tezkiye muamelesi bazan evvelâ; dördüncü tabaka olan iman mertebesinde vuku’ bulur. Sonra imanın mertebe ve tabakasından tenazül ederek, tâ en aşağı tabaka ve şedid-ül mukavemet olan nebatiyet mertebesine kadar iner. Hattâ bazan yirmidört saat zarfında bütün tabakalarda da o muamele vuku’ bulabilir. İşte bundandır ki, bazen o meratibin aralarını farketmeyip galat eden insan, yerdeki herşey yalnız bizim için halkedilmiştir der.
Bunun içindir ki insan, evvelâ insaniyeti, yalnız bir mide-i nebatiye veya hayvaniyesine münhasır zannetmekle galat ediyor. Sonra, eşyanın gaye-i hilkatlarını yalnız nefsine bakan faydadan ibaret zannetmekle galat ediyor. Sonra eşyanın kıymetini, yalnız onlardaki
Dördüncü Hatvede: Kat’iyetle derketmesi lâzımdır ki, kendisi nefsinde ve mana-yı ismîyle fanidir, mefkuddur, hâdistir ve madumdur. Fakat mana-yı harfiyle ve Saniinin esmasına ayinedarlık cihetiyle şâhiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur.
İşte şu hatvede onun tezkiyesi budur ki; vücudunda adem, ademinde vücudu olduğunu bilmek, ve
لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ
deyip, mülk onun olduğu gibi, hamd da yalnız ona mahsus olduğunu düşünüp herşeyi Allah’a teslim etmektir.
Ve keza ehl-i sülûktan vahdet-ül vücud ehlinin meşrebi, kâinatın vücudunu nefyetmekle idamına hükmeder. Ehl-i vahdet-üş şühudun meşrebi de mevcudatı nisyan-ı mutlak hapishanesinde mahbusiyeti cihetine gider.
Amma benim, Kur’an’ın minhac-ı kavîminden fehmettiğim budur ki: Mevcudatı hem idamdan, hem hapisten afvetmektir. Belki onları mana-yı harfî ve Allah hesabına mazhariyet ve aynadarlık cihetiyle esma-ı hüsnayı ilan etmek vezaifinde istihdam ederek, mana-yı ismî ile veya nefisleri hesabına olan hizmetten azletmektir.
Sonra insan, kendi vücud ve hayatında bir devair-i mütedahile ve masnuat-ı müterâkibedir. Zira insan hem nebattır, hem hayvandır, hem insandır, hem mü’min… İşte bundan dolayıdır ki, tezkiye muamelesi bazan evvelâ; dördüncü tabaka olan iman mertebesinde vuku’ bulur. Sonra imanın mertebe ve tabakasından tenazül ederek, tâ en aşağı tabaka ve şedid-ül mukavemet olan nebatiyet mertebesine kadar iner. Hattâ bazan yirmidört saat zarfında bütün tabakalarda da o muamele vuku’ bulabilir. İşte bundandır ki, bazen o meratibin aralarını farketmeyip galat eden insan, yerdeki herşey yalnız bizim için halkedilmiştir der.
Bunun içindir ki insan, evvelâ insaniyeti, yalnız bir mide-i nebatiye veya hayvaniyesine münhasır zannetmekle galat ediyor. Sonra, eşyanın gaye-i hilkatlarını yalnız nefsine bakan faydadan ibaret zannetmekle galat ediyor. Sonra eşyanın kıymetini, yalnız onlardaki
Yükleniyor...