nimetinin yemeklerinden o kabı doldurarak, kasd-ı hususîsiyle o şahsa isim ve resmiyle ihsan eder. Şu halde mutlak ve umumî nimetler için şükür vâcib olduğu gibi, hususî olarak hâs nimetlere karşı da şükretmek lâzım ve vâcibdir.

***


اِعْلَمْ

Ey kardeş bil ki; meşhud olan kitab-ı kebir ki, âlemdir; ve mesmu’ olan kitab-ı aziz ki, Kur’an’dır. Beşerin ekserisi bunların haklarını veremeyip noksan bırakmıştır. Çünkü beşerin mütefekkir feylesofları, kâinat kitabından Vâcib-ül Vücud’a ancak bizzat basit bir cüz’ü ve ince bir kışrı, yahut itibarî bir terkibi verip; baki kalan kısmını mevhum, belki mümteni’ sebeblere ve müsemmasız isimlere taksim ediyorlar.

قَاتَلَهُمُ اللّٰهُ اَنَّ يُوءْفَكُون

(Yani: Allah o yalancıları kahretsin.)

Fakat muvahhid zatlar ise: “herşey Allah’ın malıdır ve ondan gelmiştir ve ona dönecektir ve onunla kaimdir” derler.

Amma Kur’an’ın hakkaniyetli ahkâmının noksan bırakıldığı mes’eleye gelince: Evet beşerin hayalperest edipleri, (Kur’anın hükmüne zıd bir surette,) kâinat denilen şu muhteşem kasrın esasatından ve mekîn desatirinden ve yaldızlı taşlarından ve çiçekli, motifli ağaçlarından; yalnız ondaki nazmın bazı nukuşunu ve az bir kısım maanisini arşın sahibine verdikten sonra, geri kalan o semavî yıldızları telahuk-u efkâr desisesiyle yerin sâkinlerine taksim eylerler.

Tuh, öylesi akl sahibine ki; ona beşerin elini yıldızlara kadar uzanıp onları tebdil etmek ve ecramlarında tasarruf etmek derecesinde bir kudrete sahib olduğunu tahayyül ettirir. Böylesi bir akıl sahibinin misali şöyle bir adama benzer ki: Denizi feyizlendiren bir feyyaza, ondan yalnız bazı kabarcıkları verir.

Fakat mü’min-i muhakkik ise, der: Kâinat sarayının evvel-i esasatından, tâ nukuş-u nazmın âhirine kadar, müştemil bulunduğu bütün her şey, Allah’tandır ve Allah’ındır.

Evet Kur’an, binler makamların mukteziyatının meratibine bakarak; ve muhatabînin hissiyatına ma’kes olan bütün manaları kendi

Yükleniyor...