ezeliyeyi tebliğ ediyor. Ve o hutbeyi bütün Benî-Âdem’e, belki bütün ins ve cinne, hattâ belki bütün mevcudata karşı tilavet ediyor.
S- Feya lil-aceb! Nedir acaba o söylediği şey?..
C- Evet pek cesim bir işten sözediyor ve pek büyük bir haberden bahsediyor.. Evet sırr-ı hilkat-ı âlemin muamma-yı acibanesini hall ve şerhedip, kâinatın sırr-ı hikmetinin tılsım-ı muğlakını feth ve keşfediyor. Ve bütün ukulü hayret içinde meşgul eden, üç sual-i müşkilden bahsedip izah ediyor. İşte, bütün mevcudattan sorulan o üç sual-i azîm şudur:
1- Sen nesin? 2- Nereden geliyorsun? 3- Nereye gidiyorsun?
Altıncı Reşha: Bu Zat-ı Nuranî’ye iyi bak, nasıl hakikattan nur saçan bir ziya ve haktan gelen ziyadar bir nur neşrediyor ki, o nur ile beşerin kışını bahar ve gecesini nehar eylemiş. Hattâ o nur ile kâinatın şekli değişip, âlemin yüzü nur-u imandan evvel, nazar-ı dalaletle abûs, kamtarîr iken, o nur ile meserret-bahş olmuş.
Eğer biz, onun neşrettiği nuruyla ziya almaz ve aydınlanmazsak, kâinatın tamamında bir umumî matem gördüğümüz gibi; onun mevcudatını birbirine ecnebi, düşman gibi ve birbirini tanımaz, belki birbirine mütecaviz vaziyetinde görürüz. Ve onun camid mevcudatını ise dehşetli birer cenaze suretinde müşahede ederiz. Hem insan ve hayvanatı firak ve zeval darbeleriyle ağlıyan yetimler şeklinde görürüz. Ve kâinatın hey’et-i umumiyesini harekâtıyla, tenevvüatıyla, tagayyüratıyla ve nukuşlarıyla tesadüfün oyuncağı olarak; manasız, başıboş ve abesiyete incirar ediyor, durumunda müşahede ederiz. Ve insanı da, müz’iç acziyle ve muacciz fakrıyla beraber, onun başına mâzinin hüzünlerini ve müstakbelin korkularını nakleden aklıyla bütün hayvanlardan en edna ve en perişan bir surette görürüz. İşte o zatın (A.S.M.) daire-i nuruna girmeyenlerin nazarında kâinatın mahiyeti böyledir.
Şimdi o zatın nuruyla ve dininin mirsadıyla ve daire-i şeriatı içinde olarak, kâinata bir bak! nasıl göreceksin?.. İşte bak, âlemin şekli değişti. Âlem umumî bir matemhane iken, bir mescid-i zikir ve fikir ve bir meclis-i cezbe ve şükre tahavvül etti. Ve birbirine ecnebî ve düşman olan mevcudat, birbirine ahbab ve kardeşler şekline girdi. Ve alemin camidat-ı meyyite-i samiteleri olan büyük ecram, birer ünsiyetkâr hayatlı ve birer müsahhar me’mur olarak, Hâlıkının âyetlerini lisan-ı halleriyle
S- Feya lil-aceb! Nedir acaba o söylediği şey?..
C- Evet pek cesim bir işten sözediyor ve pek büyük bir haberden bahsediyor.. Evet sırr-ı hilkat-ı âlemin muamma-yı acibanesini hall ve şerhedip, kâinatın sırr-ı hikmetinin tılsım-ı muğlakını feth ve keşfediyor. Ve bütün ukulü hayret içinde meşgul eden, üç sual-i müşkilden bahsedip izah ediyor. İşte, bütün mevcudattan sorulan o üç sual-i azîm şudur:
1- Sen nesin? 2- Nereden geliyorsun? 3- Nereye gidiyorsun?
Altıncı Reşha: Bu Zat-ı Nuranî’ye iyi bak, nasıl hakikattan nur saçan bir ziya ve haktan gelen ziyadar bir nur neşrediyor ki, o nur ile beşerin kışını bahar ve gecesini nehar eylemiş. Hattâ o nur ile kâinatın şekli değişip, âlemin yüzü nur-u imandan evvel, nazar-ı dalaletle abûs, kamtarîr iken, o nur ile meserret-bahş olmuş.
Eğer biz, onun neşrettiği nuruyla ziya almaz ve aydınlanmazsak, kâinatın tamamında bir umumî matem gördüğümüz gibi; onun mevcudatını birbirine ecnebi, düşman gibi ve birbirini tanımaz, belki birbirine mütecaviz vaziyetinde görürüz. Ve onun camid mevcudatını ise dehşetli birer cenaze suretinde müşahede ederiz. Hem insan ve hayvanatı firak ve zeval darbeleriyle ağlıyan yetimler şeklinde görürüz. Ve kâinatın hey’et-i umumiyesini harekâtıyla, tenevvüatıyla, tagayyüratıyla ve nukuşlarıyla tesadüfün oyuncağı olarak; manasız, başıboş ve abesiyete incirar ediyor, durumunda müşahede ederiz. Ve insanı da, müz’iç acziyle ve muacciz fakrıyla beraber, onun başına mâzinin hüzünlerini ve müstakbelin korkularını nakleden aklıyla bütün hayvanlardan en edna ve en perişan bir surette görürüz. İşte o zatın (A.S.M.) daire-i nuruna girmeyenlerin nazarında kâinatın mahiyeti böyledir.
Şimdi o zatın nuruyla ve dininin mirsadıyla ve daire-i şeriatı içinde olarak, kâinata bir bak! nasıl göreceksin?.. İşte bak, âlemin şekli değişti. Âlem umumî bir matemhane iken, bir mescid-i zikir ve fikir ve bir meclis-i cezbe ve şükre tahavvül etti. Ve birbirine ecnebî ve düşman olan mevcudat, birbirine ahbab ve kardeşler şekline girdi. Ve alemin camidat-ı meyyite-i samiteleri olan büyük ecram, birer ünsiyetkâr hayatlı ve birer müsahhar me’mur olarak, Hâlıkının âyetlerini lisan-ı halleriyle
Yükleniyor...