İşte yüz tane meyvedar ağacı, yüz tane kuru çekirdek ile satan adam, elhak Hutame’ye hatab olmaya lâyıktır.
***
اِعْلَمْ
Ey kardeş bil ki! Bütün evham ve şübehatın, belki de dalaletlerin mahzeni budur ki; nefsin, kendisini kader ve sıfat-ı İlahiyenin tecelli ettiği dairenin haricinde farz ve tevehhüm etmesidir. Sonra, da daire-i tecelliyattan vehm ile hariç kalmış ve ecnebileşmiş olan nefis, kendini öyle bir şeyin yerinde farzeder ki; o şeye kaderin tek bir taalluku ve esma-i İlahiyeden yalnız bir ismin tecellisi vardır. Ve bu farz ile o şeyde tam fani olur. Sonra da ecnebilik sıfatıyla tekrar o şeyi dahi daire-i mülkullahtan ve tasarruf-u kudretinden te’villerle çıkarmaya şürû’ eder. İşte bu desise ile nefis, şeytanlara bile üstad ve muallim oluyor ki, onun şirk-i hafîsinden tereşşuh eden halleri, o masum şeyin de içine akseyler.
Demek nefs-i emmare, şu haliyle deve kuşu gibidir ki; aleyhinde olan işlerde dahi kendi lehinde bir cihet görüyor. Hem sofestaî gibidir ki, münakaşa eden iki hasma, ayrı ayrı tarzda, birisine der: “Yahu işte senin hasmının delili, seni reddediyor.” Öbürüne ise: “Yahu onun delili, seni butlan ile mahkum ediyor. Öyle ise hak, her ikinizin de canibinde değildir.” der.
***
اِعْلَمْ
Ey kardeş bil ki! Nefis, dünyayı âhirete rabtetmek suretiyle gafleti idame ettiriyor. Güya dünyanın ve hayatın münteha ve neticesi bu imiş. Kellâ! Belki hakikat bunun tam aksidir.
Evet nefis -velev şek ile olsun- âhireti tasavvur etmekle, fena-yı dünya ve zeval-i elemin dehşetinden bir derece kurtuluyor zanneder. Hem gaflet veya şek sebebiyle de, a’mel-i âhiretin külfetinden kurtulmak ister. Hattâ vefat etmiş eslafa baktığı zaman, onları ölmüş olarak tabir etmiyor da, belki güya onlar hayatta imişler de, yalnız gözden kaybolmuşlar.
اِعْلَمْ
Ey kardeş bil ki! Bütün evham ve şübehatın, belki de dalaletlerin mahzeni budur ki; nefsin, kendisini kader ve sıfat-ı İlahiyenin tecelli ettiği dairenin haricinde farz ve tevehhüm etmesidir. Sonra, da daire-i tecelliyattan vehm ile hariç kalmış ve ecnebileşmiş olan nefis, kendini öyle bir şeyin yerinde farzeder ki; o şeye kaderin tek bir taalluku ve esma-i İlahiyeden yalnız bir ismin tecellisi vardır. Ve bu farz ile o şeyde tam fani olur. Sonra da ecnebilik sıfatıyla tekrar o şeyi dahi daire-i mülkullahtan ve tasarruf-u kudretinden te’villerle çıkarmaya şürû’ eder. İşte bu desise ile nefis, şeytanlara bile üstad ve muallim oluyor ki, onun şirk-i hafîsinden tereşşuh eden halleri, o masum şeyin de içine akseyler.
Demek nefs-i emmare, şu haliyle deve kuşu gibidir ki; aleyhinde olan işlerde dahi kendi lehinde bir cihet görüyor. Hem sofestaî gibidir ki, münakaşa eden iki hasma, ayrı ayrı tarzda, birisine der: “Yahu işte senin hasmının delili, seni reddediyor.” Öbürüne ise: “Yahu onun delili, seni butlan ile mahkum ediyor. Öyle ise hak, her ikinizin de canibinde değildir.” der.
اِعْلَمْ
Ey kardeş bil ki! Nefis, dünyayı âhirete rabtetmek suretiyle gafleti idame ettiriyor. Güya dünyanın ve hayatın münteha ve neticesi bu imiş. Kellâ! Belki hakikat bunun tam aksidir.
Evet nefis -velev şek ile olsun- âhireti tasavvur etmekle, fena-yı dünya ve zeval-i elemin dehşetinden bir derece kurtuluyor zanneder. Hem gaflet veya şek sebebiyle de, a’mel-i âhiretin külfetinden kurtulmak ister. Hattâ vefat etmiş eslafa baktığı zaman, onları ölmüş olarak tabir etmiyor da, belki güya onlar hayatta imişler de, yalnız gözden kaybolmuşlar.
Yükleniyor...