اِعْلَمْ

Bil ey ene! Görüyorum ki, sen bir acz-i mutlak ve fakr-ı mutlak olup, hudud ve kuyud sana darlaşarak; âdeta cüz’iyatın kum taneleri arasında kaybolan bir zerre veya hâdisatın dağları onun üstünde teraküm etmiş bir karınca veya hâdisat ve tesadüflerin fırtınasına maruz bir arı gibi olduğun halde; kendin ile, onun kudret ve gınasına hiç bir cihette nihayet olmayan ve esma ve sıfatının tecelliyatına asla bir kayıd ve bir had bulunmayan ve bütün mahlukat, onun kabza-i kudretinde emirber nefer gibi olan ve bütün semavat onun elinde matvî bulunan ve kâinatın hiçbir zerresi onun izin ve emri haricinde hareket edemiyen ve onun daire-i uluhiyet ve memleketinde hiçbir iştirak yeri bulunmayan ve daire-i rububiyet ve ceberutiyet-i mutlakasında hiçbir ihtilaf ve münazaa bulunmayan ve kâinatta ondan gayrı bir ilahın olması muhal ender muhal olan bir zat arasında bir tenasüb, bir münasebet görmüyorsun?!.

Evet, eğer senin dünyadaki vazifelerin; Fâtırının rububiyetine, onunla beraber iştirak etmek olsaydı, onunla muamelelerde belki bir münasebettarlık lâzımgelirdi. Lâkin heyhat, sivrisineğin elleri nerede ve şu âlemlerin kametine göre biçilmiş, kesilmiş, mutarrez gömleklerin dokumasına ulaşmak nerede?

Belki senin yaradılışındaki vazifen ve mahiyetindeki istidadının gaye-i kemali ise, mahviyet üzerine tenebbüt eden ve hem mahviyetten başlayıp mahbubiyette nihayet bulan ve şu ikisiyle ancak semere verebilen yalnız ve yalnız ubudiyettir. Ubudiyet ise, rububiyet ve malikiyetin zıddıdır. Demek, burada görünen münasebetsizlik, münasebetin tâ kendisidir. İşte sen, rububiyet ve malikiyetten uzaklığına olan ilminin derecesine göre, bir abd-i mahbub ve merhum olursun.

Hem zıddiyet itibariyle de ubudiyet, rububiyetin bir mir’atı olduğundan; âdeta sahife-i zulmet üstünde huruf-u nuriyenin kitabeti gibi, ne kadar ubudiyetteki mahviyet ademine yaklaşılırsa, o derece Vâcib-ül Vücud’un vücub-ü vücud cilvelerinin meratib-i âliyeleri onun üstünde tezahür edeceklerdir. (Celle Celâlühü velâ ilahe illâ hû)

***


Yükleniyor...