Evet her birliği olan şey, ancak bir Vâhid’den sudûr edebilir. Hususan bir hüceyre ki, onda iki sineğin iki parmakçığı yerleşemediği halde, nasıl olur da umum kâinata yerleşmeyen iki İlahın tasarrufu onda birleşsin. Demek vahdetin delili, yine kâinattaki vahdettir.
Hem bir hardal tohumu kadar küçük olan bir cam parçasında, güneş ziyasıyla ve elvan-ı seb’asıyla ve hararetiyle tecelli edip bulunması mümkündür. Fakat o hardele kadar olan cam parçasında, (Masdariyet noktasında) iki hardelenin de bulunması imkânsızdır. Evet nasılki haricî ve hakikî olan bir vücud, bir vücud-u misalîden pek çok derece daha sabit, daha ağır ve daha muhkem olup, bunun bir zerresi onun bir dağını içine alıyor. Ve şunun bir güneşi, onun bir lem’asına girebiliyorsa; öyle de; vâcib bir vücud dahi (çünkü hakikî vücud, belki en sağlam haricî vücud odur) imkânî vücudlardan hadsiz derece daha sabit, daha rasih, daha ağır, daha sağlam ve daha hakikatlıdır. Öyle ise imkânî olan mevcudat, bütün hazafirleriyle (bütün teferruat ve etrafıyla) ilm-i muhit-i ezelînin aynasında temessül etmesi ise, vücubî olan bir vücudun envarının tecelliyatına aynalar hükmünü almalarıdır. Şu halde ilm-i ezelî, bunların mir’atı olduğu gibi, bunlar da vücubî bir vücudun aynaları olmuş oluyorlar. Demek şunların vücudları ise ancak mertebe-i ilimden çıkıp vücud-u haricî mertebesine ulaşa biliyor. Fakat hiçbir zaman mertebe-i vücud-u hakikîye ulaşmaları mümkin değildir.
***
اِعْلَمْ
Ey kardeş bil ki; kâinatın gidişatında teemmül eden bir kimse, hadsî bir iz’an ile; fâiliyet ve te’sir, latif ve nuranîlerin ve maddeden mücerredlerin şe’ni olduğunu bilecek.. Fakat infial, kabiliyet ve teessür ise, maddî ve kesif ve cismanî şeylerin işi olduğuna yakîn hasıl edecektir.
Eğer misal istersen; bir derece nur olan güneşe, bir de bir dağa nazar et! Bak birincisi semada durduğu halde, onun nâzik ve nazenin elleri yerde faalane, cevvalane gezmektedir. Amma ikincisi ise; büyüklüğüyle ve kaba elleriyle beraber, hiç bir fiil ve te’sire sahib değildir. Hattâ bitişiğinde ve komşusundaki eşyaya bile gücü yetmiyor, te’siri yoktur.
Hem bir hardal tohumu kadar küçük olan bir cam parçasında, güneş ziyasıyla ve elvan-ı seb’asıyla ve hararetiyle tecelli edip bulunması mümkündür. Fakat o hardele kadar olan cam parçasında, (Masdariyet noktasında) iki hardelenin de bulunması imkânsızdır. Evet nasılki haricî ve hakikî olan bir vücud, bir vücud-u misalîden pek çok derece daha sabit, daha ağır ve daha muhkem olup, bunun bir zerresi onun bir dağını içine alıyor. Ve şunun bir güneşi, onun bir lem’asına girebiliyorsa; öyle de; vâcib bir vücud dahi (çünkü hakikî vücud, belki en sağlam haricî vücud odur) imkânî vücudlardan hadsiz derece daha sabit, daha rasih, daha ağır, daha sağlam ve daha hakikatlıdır. Öyle ise imkânî olan mevcudat, bütün hazafirleriyle (bütün teferruat ve etrafıyla) ilm-i muhit-i ezelînin aynasında temessül etmesi ise, vücubî olan bir vücudun envarının tecelliyatına aynalar hükmünü almalarıdır. Şu halde ilm-i ezelî, bunların mir’atı olduğu gibi, bunlar da vücubî bir vücudun aynaları olmuş oluyorlar. Demek şunların vücudları ise ancak mertebe-i ilimden çıkıp vücud-u haricî mertebesine ulaşa biliyor. Fakat hiçbir zaman mertebe-i vücud-u hakikîye ulaşmaları mümkin değildir.
اِعْلَمْ
Ey kardeş bil ki; kâinatın gidişatında teemmül eden bir kimse, hadsî bir iz’an ile; fâiliyet ve te’sir, latif ve nuranîlerin ve maddeden mücerredlerin şe’ni olduğunu bilecek.. Fakat infial, kabiliyet ve teessür ise, maddî ve kesif ve cismanî şeylerin işi olduğuna yakîn hasıl edecektir.
Eğer misal istersen; bir derece nur olan güneşe, bir de bir dağa nazar et! Bak birincisi semada durduğu halde, onun nâzik ve nazenin elleri yerde faalane, cevvalane gezmektedir. Amma ikincisi ise; büyüklüğüyle ve kaba elleriyle beraber, hiç bir fiil ve te’sire sahib değildir. Hattâ bitişiğinde ve komşusundaki eşyaya bile gücü yetmiyor, te’siri yoktur.
Yükleniyor...