ahkâmı da aslın ahkâmıdır. Fakat o şey, aynanın mülkünün parlamasını temin eden sıfatı olduğu cihetlede gayrdırki, bunun evsafı, yalnız asla değil, belki aynaya da nazırdır. Fakat iki cihetten birden bakılırsa; o suret, ne ayndır, ne de gayr… Nasılki mir’at-ı zihinde olan bir şey, bir cihetten zihnin mazrufu olduğu hasebiyle malûmdur. Öbür cihetten ise, leva-zımının başka başka olmasıyla beraber, zihnin sıfatı olduğu için ilimdir.
***
اِعْلَمْ
Ey kardeş, bil ki! Pek çok muhtelif âlemler, vücudun bir nev’inde beraber bulunmalarıyla, aralarında bir mekân darlığı ve bir müzahemet olmuyor. Tahkik istersen; karanlık bir gecede, içi lâmbalarla tenvir edilmiş ve dört duvarı -âlem-i misalin bir nevi penceresi olan- camdan yapılmış bir menzile gir.
İşte evvelâ o odada göreceksin ki, hakiki oda, misalî oda ile ittisal peyda etmiş olarak, pek çok nuranî menziller halinde, bir şehri kaplamış gibi, gözün kestiği miktarca güya zulmet hiç yokmuş gibi olur.
Sâniyen: Görürsün ki, sen gayet kolaylıkla o menzillerde tebdil ve tağyir ile tasarruf edebiliyorsun.
Sâlisen: Göreceksin ki, hakikî lâmba, misalî olan en uzak lâmbaların bitişiklerindekinden de onlara yakındır. Hattâ belki misalî lâmbaların en uzağının kendisinden de ona yakındır. Çünkü bu, onun kayyumudur.
Râbian: Göreceksin ki; şu vücud-u hakikînin bir habbesi, o misâlî vücudun bir âlemini kaldırmaya ve yüklenmeye gücü yetebilir.
İşte şu ahkâm-ı erbaa, pek çok maddelerde de cereyan edebilir. Hattâ Vâcib Teâlâ ile, mümkinat âlemi arasında da câridir ki, mümkinat âleminin vücudları, Cenab-ı Vâcib-ül Vücud’un envarının gölgeleri olduğundan, ona nisbeten bunların vücudu, mertebe-i vehimde olan bir şeydir. Lâkin Cenab-ı Hakk’ın emriyle istikrar ve sebat bulmuş, vücud-u hâricî sahibi olmuşlardır. İşte bu noktadan anlaşılıyor ki; mümkinatın bizzat hâricî-i hakikî bir vücudları olmadığı gibi, sırf bir vehimden dahi ibaret değildirler. Hem yalnız zâil bir zıll dahi değildirler. Belki Cenab-ı Vâcib-ül Vücud’un icadıyla bir vücudları vardır, feteemmel.
***
اِعْلَمْ
Ey kardeş, bil ki! Pek çok muhtelif âlemler, vücudun bir nev’inde beraber bulunmalarıyla, aralarında bir mekân darlığı ve bir müzahemet olmuyor. Tahkik istersen; karanlık bir gecede, içi lâmbalarla tenvir edilmiş ve dört duvarı -âlem-i misalin bir nevi penceresi olan- camdan yapılmış bir menzile gir.
İşte evvelâ o odada göreceksin ki, hakiki oda, misalî oda ile ittisal peyda etmiş olarak, pek çok nuranî menziller halinde, bir şehri kaplamış gibi, gözün kestiği miktarca güya zulmet hiç yokmuş gibi olur.
Sâniyen: Görürsün ki, sen gayet kolaylıkla o menzillerde tebdil ve tağyir ile tasarruf edebiliyorsun.
Sâlisen: Göreceksin ki, hakikî lâmba, misalî olan en uzak lâmbaların bitişiklerindekinden de onlara yakındır. Hattâ belki misalî lâmbaların en uzağının kendisinden de ona yakındır. Çünkü bu, onun kayyumudur.
Râbian: Göreceksin ki; şu vücud-u hakikînin bir habbesi, o misâlî vücudun bir âlemini kaldırmaya ve yüklenmeye gücü yetebilir.
İşte şu ahkâm-ı erbaa, pek çok maddelerde de cereyan edebilir. Hattâ Vâcib Teâlâ ile, mümkinat âlemi arasında da câridir ki, mümkinat âleminin vücudları, Cenab-ı Vâcib-ül Vücud’un envarının gölgeleri olduğundan, ona nisbeten bunların vücudu, mertebe-i vehimde olan bir şeydir. Lâkin Cenab-ı Hakk’ın emriyle istikrar ve sebat bulmuş, vücud-u hâricî sahibi olmuşlardır. İşte bu noktadan anlaşılıyor ki; mümkinatın bizzat hâricî-i hakikî bir vücudları olmadığı gibi, sırf bir vehimden dahi ibaret değildirler. Hem yalnız zâil bir zıll dahi değildirler. Belki Cenab-ı Vâcib-ül Vücud’un icadıyla bir vücudları vardır, feteemmel.
Yükleniyor...