اِعْلَمْ
Ey kardeş bil ki! Bir zerre tecelli vasıtasıyla güneşin bir timsalini kendisinde bilmüşahede yerleştirebildiği halde, fakat o zerre, bizzat iki zerreyi dahi kendisinde yerleştiremediği bedihidir.
Binaenaleyh, kâinatın zerrat ve mürekkebatı kabildir ki, -güneşin tecellisine mazhar olup onun timsalleriyle parlayan yağmurun katreleri ve serpintileri gibi- ezelî ve gayr-ı mütenahî bir ilim ve iradeye dayanan, belki tazammun eden muhita ve mutlaka olan kudret-i nuraniye-i ezeliyenin tecelliyatının lemaatına mazhar olsunlar. Fakat aslâ mümkün değildir ki, senin gözünün bir hüceyresinde çalışan bir zerre, bir kudret ve şuur ve iradeye menba’ ve maden olsun da, vazifedar olduğu ve görmekte olduğu ondan ziyade hizmetlerden damar ve asab içindeki muharrike, hassase, evride, şerayin, musavvire ve hakeza.. fikrin içinde hayrette kaldığı acib hizmetleri yüklensin ve yapsın!. Öyle ise, şu san’at-ı mutkane-i acibe ve bu müzeyyen ve muntazam nakışlar ve o hikmet-i amîka-i dakika, iki şeyi iktiza ederler:
Birincisi: Ya kâinattaki bütün zerreler ve umum mürekkeblerin herbirisi, sıfat-ı muhita-i mutlaka-i kâmileye (ki ancak bunlar kainatın Halıkına hâs sıfatlardır) birer maden ve menba’ ve masdar olacaklar.
İkincisi: Veyahut o zerrat ve mürekkebat; bütün o sıfat-ı muhitalar, ancak onun olabilen ve ancak ona elyak ve evfak olan bir Şems-i Ezel’in tecelliyat-ı esmasının lemaatına birer mazhar ve ma’kes ve tecelligâhtırlar.
İşte birinci şıkta, kâinatın zerrat ve mürekkebatı adedince muhaller vardır. Evet her kim ki, bir sineğin kanatları, Sübhan ve Ağrı Dağlarını kaldırabildiğine ve bir sivrisineğin gözleri, Nil ve Fırat nehirlerinin menbaları olduğuna cevaz verirse ve kabul edip itikad ederse, birinci şıkka gitsin. Yoksa yok!..
Elhasıl: Herbir zerre kendi takatının hadsiz derece fevkindeki yükleri kaldırmaktan gelen lisan-ı acziyle şehadet eder ki; kâinatta Zat-ı Vâcib-ül Vücud, Vâhid-i Ehad olan Allah-ı Zülkemal’den başka bir Mûcid, bir Hâlık, bir Rab, bir Malik, bir Kayyum ve bir İlah yoktur ve olamaz diyorlar.
Ey kardeş bil ki! Bir zerre tecelli vasıtasıyla güneşin bir timsalini kendisinde bilmüşahede yerleştirebildiği halde, fakat o zerre, bizzat iki zerreyi dahi kendisinde yerleştiremediği bedihidir.
Binaenaleyh, kâinatın zerrat ve mürekkebatı kabildir ki, -güneşin tecellisine mazhar olup onun timsalleriyle parlayan yağmurun katreleri ve serpintileri gibi- ezelî ve gayr-ı mütenahî bir ilim ve iradeye dayanan, belki tazammun eden muhita ve mutlaka olan kudret-i nuraniye-i ezeliyenin tecelliyatının lemaatına mazhar olsunlar. Fakat aslâ mümkün değildir ki, senin gözünün bir hüceyresinde çalışan bir zerre, bir kudret ve şuur ve iradeye menba’ ve maden olsun da, vazifedar olduğu ve görmekte olduğu ondan ziyade hizmetlerden damar ve asab içindeki muharrike, hassase, evride, şerayin, musavvire ve hakeza.. fikrin içinde hayrette kaldığı acib hizmetleri yüklensin ve yapsın!. Öyle ise, şu san’at-ı mutkane-i acibe ve bu müzeyyen ve muntazam nakışlar ve o hikmet-i amîka-i dakika, iki şeyi iktiza ederler:
Birincisi: Ya kâinattaki bütün zerreler ve umum mürekkeblerin herbirisi, sıfat-ı muhita-i mutlaka-i kâmileye (ki ancak bunlar kainatın Halıkına hâs sıfatlardır) birer maden ve menba’ ve masdar olacaklar.
İkincisi: Veyahut o zerrat ve mürekkebat; bütün o sıfat-ı muhitalar, ancak onun olabilen ve ancak ona elyak ve evfak olan bir Şems-i Ezel’in tecelliyat-ı esmasının lemaatına birer mazhar ve ma’kes ve tecelligâhtırlar.
İşte birinci şıkta, kâinatın zerrat ve mürekkebatı adedince muhaller vardır. Evet her kim ki, bir sineğin kanatları, Sübhan ve Ağrı Dağlarını kaldırabildiğine ve bir sivrisineğin gözleri, Nil ve Fırat nehirlerinin menbaları olduğuna cevaz verirse ve kabul edip itikad ederse, birinci şıkka gitsin. Yoksa yok!..
Elhasıl: Herbir zerre kendi takatının hadsiz derece fevkindeki yükleri kaldırmaktan gelen lisan-ı acziyle şehadet eder ki; kâinatta Zat-ı Vâcib-ül Vücud, Vâhid-i Ehad olan Allah-ı Zülkemal’den başka bir Mûcid, bir Hâlık, bir Rab, bir Malik, bir Kayyum ve bir İlah yoktur ve olamaz diyorlar.
Yükleniyor...