denizlerin ve seyyaratın güneşe şehadetlerinin mevcudiyetiyle birlikte, inkâr etmeye teşebbüs ve şuru’ etsin!..

Hem sonra, kaderin tersimiyle eşyanın kabiliyetine göre tecelli eden zıllî olan bir vücud, o echele bil’asale olan bir vücudla iltibas olunur. Çünkü meselâ şeffaf bir zerrede güneşin timsalini görse, der: “Hani nerede güneşin azameti?. ve hani onun hârika olan harareti?!. ve nasıl?!.” ve nasıl?. gibi tâ belahetin en sonuna kadar hezeyanlar!..

Hem o cahil-i nâdan, bazan güneşin ateşinden iktibas etmek istiyor. Yahut onun zatında eliyle bir tecessüs yapmak, yada onun kendisinde her hangi bir vecihle bir te’sir icra etmek ister. Halbuki o cahil bilmez ki, güneşin onda yaptığı te’sir ile ona yakın olması, onun da ona yakın olmasını istilzam etmez ki; şems, onun fiilinden müteessir olabilsin.

Sonra o bedbaht ahmak, eşyanın en küçük ve hasislerinde bile acib bir ittikan, garib bir ihtimam, yüksek bir san’at ve nâzik bir hikmeti gördüğü zaman; bâtıl bir kıyas ile: “şunların sanii bunların tasniinde çok külfetler ve pek çok çalışmalar yapmıştır” zu’meder. İşte bu tevehhüm-ü bâtıldan dolayı der ki: Meselâ ‘sineğin ne kıymeti var ki, bir Sani-i Hakîm tarafından ona bu kadar mühim masraflar yapılsın’ gibi vehimlere kapılır; tâ o miskin sofestaî oluncaya kadar gider. Bak ey cahil-i nâdan!

وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلَير اَللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَكِيل½

sırlarıyla, senin bu mes’elede dört şeyi bilmekliğin lâzımdır, tâ ki, müşkiller hallolsun.

Birincisi: Herşey, zerrelerden güneşlere kadar, Cenab-ı Hakk’ı kemal-i rububiyeti içindeki layık sıfatlarıyla tavsif eder. Fakat o şey, bu sıfatların tecellisine mazhar olmasıyla onlarla muttasıf olması lâzım gelmez.

İkincisi: Herşeyden Cenab-ı Hakk’ın nuruna karşı bir kapı açılır. Ve hem bir kapının açılmasıyla diğer bütün kapıların da, açılması mümkün olur. Lakin kısa ve kasır bir nazarda olduğu gibi; bir tek kapının kapanmasıyla, sair hadsiz kapılar dahi kapanmazlar.

Yükleniyor...