REMZ
Ey örf-ü nâsta, şan u şeref namıyla müsemma olan şöhreti isteyen adam! Gel bu mes’eleyi benden işit ve öğren. Zira ben, kat’iyyen gördüm ki, şöhret ayn-ı riyadır ve kalbin ölümüdür. Öyle ise aman ona talib olma ki, insanlara abd ve köle olmayasın. Eğer sana verilmişse, yani içine düşmüş isen
اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ
söyle.
REMZ
اِعْلَمْ
Ey kardeş bil ki! Sani-i Hakîm, insanı öyle bir keyfiyette yaratmıştır ki, eğer insan kendini mütalaa edebilse; o zaman, misli ve benzeri olmayan; hem zıdları ve vâhid-i kıyasîleri de bulunmayan gayr-ı mütenahî sıfat-ı mutlaka-yı İlahiyeleri tasdik etmesi ona kolay gelir.
Meselâ: İnsan, hayali ile bazan rü’ya veya yakazada olduğu gibi, bir anda büyük bir şehri bütün levazımatıyla birlikte sanki kendi yanında hazır eder. Kendisi de güya binefsihî o şehirde sabitmiş gibi görür. Ve kudretin te’sirini, iradenin taalluku sür’atinde görüp, güya kudret ayn-ı irade imiş gibi müşahede eder. Hem iradenin taallukunu ise, emrin sür’at-i sudûrunda görür.. Güya irade, ayn-ı emir imiş gibi olur. Emrin cereyanını da, ilmin ve levazımının taalluk-u umumisinde görüp, güya irade ayn-ı ilimdir müşahede eder. Halbuki adam bakıyor ki, kendisinin sem’i ve lisanı ve iradesi ve hareketi ise; zihnîdir, cüz’îdir ve taakubîdirler ki, birşeyle meşgul iken aynı vakitte birkaç şey-i âherle de meşgul olamaz bir vaziyettedir. Ve o cereyan eden işlere, keyfiyetlere ancak birer birer taalluk edebildikleri halde; fakat basar, hayal ve basiret-i kalbi ise, küllî ve âmm olarak birçok eşya ile, bir tek şey gibi müzahametsiz bir şekilde taalluk ettiğini görür. Ve bundan anlıyor ki, basar ile (yani göz ile) işitmek ve hayal ile irade etmek ve kalb basireti yoluyla akıl ile bakmak mümkündür. Ve böylece cüz’î küllîye, hâs âmma, mukayyed mutlaka inkılab edebiliyor.. Ve bu kıyasla bu adam, mevhumdan muhakkakın imkânını anladıktan sonra, onun mevhum rububiyeti bir vâhid-i kıyasî şeklini giyer.
Ey örf-ü nâsta, şan u şeref namıyla müsemma olan şöhreti isteyen adam! Gel bu mes’eleyi benden işit ve öğren. Zira ben, kat’iyyen gördüm ki, şöhret ayn-ı riyadır ve kalbin ölümüdür. Öyle ise aman ona talib olma ki, insanlara abd ve köle olmayasın. Eğer sana verilmişse, yani içine düşmüş isen
اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ
söyle.
REMZ
اِعْلَمْ
Ey kardeş bil ki! Sani-i Hakîm, insanı öyle bir keyfiyette yaratmıştır ki, eğer insan kendini mütalaa edebilse; o zaman, misli ve benzeri olmayan; hem zıdları ve vâhid-i kıyasîleri de bulunmayan gayr-ı mütenahî sıfat-ı mutlaka-yı İlahiyeleri tasdik etmesi ona kolay gelir.
Meselâ: İnsan, hayali ile bazan rü’ya veya yakazada olduğu gibi, bir anda büyük bir şehri bütün levazımatıyla birlikte sanki kendi yanında hazır eder. Kendisi de güya binefsihî o şehirde sabitmiş gibi görür. Ve kudretin te’sirini, iradenin taalluku sür’atinde görüp, güya kudret ayn-ı irade imiş gibi müşahede eder. Hem iradenin taallukunu ise, emrin sür’at-i sudûrunda görür.. Güya irade, ayn-ı emir imiş gibi olur. Emrin cereyanını da, ilmin ve levazımının taalluk-u umumisinde görüp, güya irade ayn-ı ilimdir müşahede eder. Halbuki adam bakıyor ki, kendisinin sem’i ve lisanı ve iradesi ve hareketi ise; zihnîdir, cüz’îdir ve taakubîdirler ki, birşeyle meşgul iken aynı vakitte birkaç şey-i âherle de meşgul olamaz bir vaziyettedir. Ve o cereyan eden işlere, keyfiyetlere ancak birer birer taalluk edebildikleri halde; fakat basar, hayal ve basiret-i kalbi ise, küllî ve âmm olarak birçok eşya ile, bir tek şey gibi müzahametsiz bir şekilde taalluk ettiğini görür. Ve bundan anlıyor ki, basar ile (yani göz ile) işitmek ve hayal ile irade etmek ve kalb basireti yoluyla akıl ile bakmak mümkündür. Ve böylece cüz’î küllîye, hâs âmma, mukayyed mutlaka inkılab edebiliyor.. Ve bu kıyasla bu adam, mevhumdan muhakkakın imkânını anladıktan sonra, onun mevhum rububiyeti bir vâhid-i kıyasî şeklini giyer.
Yükleniyor...