Şimdi gel, zat-ı kibriyanın muntazam, muttasık olan âsâr-ı kudretine nazar et, bak! Nasıl subh-u rûşen gibi mutlak bir sehaveti, bir sür’at-i mutlaka içinde, bir intizam-ı mutlakla beraber görürsün. Ve bu sür’at-i mutlakayı da nihayet derecede mutlak bir sühulet içinde bir ittizan-ı mutlak ve ölçülülük ve düzgünlük ile beraber göreceksin. Hem mutlak bir genişlik ve vüs’at içinde, mutlak bir ittifak ve uygunluğu; hem nihayet bu’d-u mutlak içinde nihayet derece bir hüsn-ü san’atı ve nihayet karışıklık içinde son derece bir ittikan-ı san’atı; hem nihayet derecede kesret ve bolluk içinde olmakla beraber, son derece bir kıymettarlık ile nihayet derece bir imtiyaz ve tefriki bilmüşahede göreceksin.
İşte şu göz önündeki keyfiyet ise, eserlerde yapılmış olan san’atlar ve bütün bu eserler, bir tek zatın malı olduğunu ve o ise, ancak kudret-i mutlaka sahibi bir alîm-i mutlak olduğunu kabul etmeye dair âkıl-ı muhakkik için gayet parlak bir şahid-i sâdık olduğu gibi; münafık-ı ahmak için ise, onu kabula zorlayan bir vaziyettir. Evet vahdette mutlak bir sühulet vardır. Kesrette ve şirkte ise müngalık, yani çıkılmaz bataklık gibi bir suubet vardır.
Çünkü, kâinat ve bütün eşya bir Vâhid-i Ehad’e isnad edildiği zaman, kâinat bir ağaç kadar ve bir ağaç bir semere kadar ibtida’da (varedip meydana getirmek) kolaylaşır. Fakat eğer kesrete ve şirkete isnad edilirse; bir ağaç, bir kâinat kadar ve bir tek meyve, bütün ağaçlar kadar imtinalı bir suubete girerler. Çünkü, bir vâhid, bir tek fiil ile külfetsiz, mübaşeretsiz, olarak kesretli eşyaya bir vaziyet verir ve bir
Yükleniyor...