İşte bu sırdandır ki,

مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ

cümlesi iman terazisinde

لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ

cümlesine arkadaş olmuş ve denk tutulmuştur.

Hem nübüvvet ve peygamberlik; Rububiyet sıfatlarına mazhar olduğu için cami’ ve küllîdir. Velayet ise, hususî ve cüz’îdir. Velayetin nübüvvete göre yeri,

رَبُّ الْعَالَمِينَ

sıfatının

رَبِّي

ye olan nisbeti gibidir. Veyahut Arş ile kalbin nisbetleri gibidir. Veyahut bütün mülk ve melekût âlemlerinden geçerek yerden tâ arşın mâfevkına kadar uzanan mirac ile; bir mü’minin hâs bir vecihle sücûdundaki cüz’î miracına nisbeti gibidir.

Tenbih

Ey kardeş! Bil ki: Şu matlab-ı âlîyi göstermek, (yani Vâcib-ül Vücud’un vücub ve vahdetini isbat etmek) üzere serdedilen bütün o geçmiş bürhanlar, merkezi ihata eden bir daire gibidirler ki, muhitteki noktaların herbirisi ayrı renkli birer menfez gibi kendine mahsus rengi ile merkeze nazar ederler. Hem noktaların arasında bir tesanüd meydana geldiği için, hususî ferdlerin za’fiyetleri de zail olur. Ve böylece bürhanların mecmuundan nur-i İslâma nazmedilen bir hads-i sâdık tevellüd ediyor. Bu da nübüvvet tavrına teslim olmağa manzumeleniyor. Bu da matlubun kayyumu olan nur-u imana nazmediliyor.

İşte bürhanların serdinden maksad, onların hey’et-i mecmuasından bu hadsi çekip sağmak için kaynaklar temin etmektir. Böylece bürhanların arasındaki tesanüd sırrıyla, zaif ferdlerin za’fiyetleri de zâil olmuş olur. Şayet za’fiyeti zâil olmadığını da farz etsek, yine o ferd-i zaif, cüz’iyetten ve itibarlıktan düşmez. Hattâ belki istiklaliyet ve bürhaniyetten dahi düşmez. Ve şayet bazı efrad-ı cüz’iyenin bürhaniyeti ibtal edildiğini dahi farz etsek, yine umum daire-i bürhaniye ibtal edilmiş olmaz. Ancak küçülebilir. Şayet o daire-i bürhaniyenin tamamının ibtalini de farzetsek, yine de mevcud hads-i sâdık zâil olmaz. Hattâ bu hads-i sâdıkın da ibtalini farz etsek, yine bir beis yoktur. Çünkü nur-u İslâm

Yükleniyor...