İşte şu hakikat dahi, vücub ve vahdete bakan bir pencereyi açıyor. Kâinat onda mezkûr lisan ile bağırarak

اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ

deyip şehadet ediyor.

Hem (tedbir ve idare-i kâinatta) tecelli ile hüküm-ferma olan esma-i hüsnanın birbirlerine dayanıp tesanüd etmeleri ve herşeyde hattâ bir zerrede dahi teşarük ve teşabükleri; (yani birbirleriyle ortaklık etmeleri ve şebekelenmeleri) (halbuki âlim gibi bazı esmanın tecelliyatı -herşeydeki bilmüşahede görünen eserlerinin delâletiyle- herşeyi daire-i şümulüne alıyor.) Hem her birisi diğerlerinde tecellisiyle in’ikas etmesi ve güneşin ziyasındaki yedi renk gibi birbirleri içinde memzuc bulunmaları vardır. İşte bu ahval ise delâlet ediyorlar ki; her birisinin vahdet-i eserleriyle birlikte, o esmanın müsemmaları bir olduğunu ve Vâhid-i Ehad, Ferd-i Samed bulunduğunu gösterir.

İşte bu da Vâcib-ül Vücud, Vâhid-i Ehad’e nezzar olan bir mişkat açarak, kâinat onda

اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ

diyerek bu nuranî lisanıyla şehadet ediyor.

Hem mecmu-u kâinatta gerek ecza ve gerek külliyatında bir kasd ve şuur, irade ve ihtiyarı tazammun eden bir hikmet-i ammenin tezahürü görünüyor. Bu ise, bir Hakîm-i Mutlak’ın vücub-u vücuduna delâlet eder. Çünkü fâilsiz bir fiil muhal ve mümteni’ olduğu gibi, yapılmış ve münfail camid bir cüz’ün fâil ve işleyici olup, şu şuurî ve âmm fiile fâil olmasına da imkân ve ihtimal yoktur.

Hem kâinatın simasında parlayan bir inayet-i tamme vardır.O inayet ise, hikmet, lütuf ve tahsin hakikatlarını da tazammun etmektedir. Bu ise bizzarure bir Hallâk-ı Kerim’in vücub-u vücuduna delâlet ediyor. Çünkü ihsan elbette bir muhsini iktiza eder. Bunun aksi ise muhal ve mümteni’dir.

Hem kâinatın yüzüne serpilen ve üstünde yayılan bir Rahmet-i vasia vardır. O ise, hikmeti, inayeti, ihsanı, in’amı, ikramı; hem lütuflandırılmakı, sevdirilmeki ve tanıttırılmayı tazammun ediyor. Bu ise, bir Rahman-ı Rahim’in vücub-u vücuduna delâlet eder. Çünkü sıfat,


Yükleniyor...