بِالْغَيْبِ
ise, yani kalb ile iman, yani nifaksız, ihlas ile ve ğaibiyetle beraber iman... ve ğâibane olarak ve alem-i ğaybe iman etmek… gibi mânâları olabilir.
Hem bilmiş ol ki: İman ise, peygamberin (A.M.)getirmiş olduğu bütün zarûriyat-ı diniyenin tafsilatını ve ğayr-ı zarurî olan kısımlarda da icmalini tasdik etmekten hasıl olan bir nurdur.
2- Eğer desen: avam-ı nastan yüzden biri dahi ancak iman hakikatlarının tabirine (yani ilmî bir şekilde araştırıp anlamaya ve onu ifade etmeye) muktedir olabiliyor?..
enaben sana denilir: Ta’bir ve ifade edememek, imanın adem-i vücûduna, (yani olmamasına) alem ve delil değildir. Nasıl ki çoğu zaman lisan, aklın tasavvuratındaki dekaiki tercüme etmekte kısa ve kasır kalıyor...
Kezalik, çoğu kere vicdanın derûnundaki sırlar dahi akla görünmüyor, belki akla karşı nazlanarak saklanıp gizleniyorken, nasıl akıl onları tercüme edebilecektir. Görmez misin ki; koca Sekkâkî, o dahi imamın zekası, İmri-ül Kays’ın
{ İmri-ül Kays’in asıl adı, “Cündüh bin Hacer-il Kindîdir. Meşhur “Muallakat-ı Seb’a” dan bir beytin yazarıdır. İslâmiyetin doğuşundan az önce vefaat etmiştir. Meşhur divanı ve şerhleri bulunmaktadır. (Kamus-u A’lam s: 1035) MütercimM}
, ya da başka bir bedevînin seciye ve karakterinin üslubundaki incelikleri yakalayıp, koparıp almada, yani sezip duymada kısa ve nakıs kalabiliyor. Bu sırra binaen: avam halktaki îmanın vücuduna dair delilleri ise; ondan sual etmek ve birazcık izah istemekle sabit olmuş olur. Yani: müslüman bir âmîden, nefy ve ispat arasında mütereddid olan şu tarzda bir sûal ile istifsar edilse ki: “Ey âmî Kardeş! Sani-i alem ki, bu kâinat altı cihetiyle kabza-i tasarrufundadır. Şimdi senin aklında o Sani-i Kadîr, âlemin herhangi bir cihetinde, tarafında durup, mekan tutması mı mümkin, yoksa hiçbir mekanda bulunmaması mı?.”
Eğer dese: “Hiçbir mekanda bulunup durması mümkin olmaz.” O halde, onun vicdanında, “Allah-ı Zülcelal hakkında ciheti nefyetme” hakikatı sabittir demektir. Ve bu da ona kâfi gelir. Daha buna göre sair şeyleri kıyas eyle!
Hem sonra iman ise, –Sa’d-ı Taftazanî’nin tefsir ettiği üzere– “Cenab-ı Hak Tealanın kendi meşiet-i Sübhaniyesiyle istediği kulunun kalbine attığı
Yükleniyor...