o insan, aklının nuru ile (yani aklındaki ilim ve ma’rifetle) âlemlerde cevelan etmeye başlıyor. Evet, insan nasıl aklının ilim ve marifet nuru ile cismanî alem alem içerisinde tasarruf edebiliyorsa; kalb ve ruhu ile de, ruhanî alemde cevalan edebiliyor. Misal alemde de seyran edebilmektedir. Keza insan, o mezkûr alemlere müsafir olarak gidebildiği gibi; o âlemler dahi onun rûhunun ayinesinde temessül etmek suretiyle ona misafir olabiliyorlar. İşte böyle bir insan: “Şu alem, Allah’ın lütf ve fazliyle benim için halk edilmiştir” diyebilir. Böylece, havvas ve cihazları inbisat ve inkişaf kaydetmiş öylesi bir insanın hayatı, tenevvu’ ile çeşitleşerek; maddî ve manevî cismanî ve rûhanî hayata da, inbisat ile yayılabilir ki; bu çeşitli olan hayatların her birisi, bir çok hayat tabakalarına müştemil olmuş olabiliyor. Öyle ise, bu mezkûr ma’naya binaen haktır ki denilsin: Ziya, levn ve renklerin zuhuruna sebeb olduğu gibi; hayat dahi kâffe-i mevcûdatın keşşafı ve zuhûrlarının sebebidir. Hem yine o hayat, bir zerreyi alır, bir alem gibi kılar, yine o hayattırki; şu alemin tamamı tek başına bir zihayata, bölünmeden sıkıntısız olarak ihsan edilmiş olmasına vesile olabilir. Fakat nev’-i insanın –azın azı olan– şerli kısmı dışında, milyonlarca âlemlerin yanyana ve beraberce yaşamasına bir mani’, bir engel olmadan sıkıntısız hayat sürmesine ve her birisi “şu alem benimdir” diye bilmesine imkân verilmiştir.
Amma hayatın Sani-i Zülcelale ve keza haşr ve neşre en zahîr delil olduğunun vechi ise; bilmiş olki: bazı camid zerrelerin bulundukları ilk vaziyetten, bir başka heyet ve tavra –makul bir sebeb tevassut etmeksizin– def’aten intikal ve inkılab etmeleri de bir çeşit bürhandır. Oysa ki, hakikatların en şereflisi ve en temiz ve nezihi olan hayatın ne mülk, ne de melekût cihetlerinde; ve ne içinde ne de dışında hiçbir vechle bir hasislik ve bir kir bulunmamakta ve her iki vechi de latif bulunmaktadır. Hatta bir hayvanın zahirce hasis ve cüz’î olan hayatı dahi âlidir, yücedir.
(Güzel bir tedkikdir –Müellif –)
İşte bu sırdandırki; yed-i kudret ile hayat arasına her hangi zahirî bir sebep girmediğinden; kudret elinin bizzat hayat ile mübaşereti izzet-i kudrete münafî gelmiyor. Bununla beraber, zahirî olan sebebler –üst tarafta geçtiği üzere– oraya vaz’edilip konulmaları ise, kudretin izzeti zahir nazarda hasis ve napâk gibi görürnen şeylerle mubaşeretli görünüp (insanlarca) şaibelenmekten muhafaza edilmesi içindir.
Amma hayatın Sani-i Zülcelale ve keza haşr ve neşre en zahîr delil olduğunun vechi ise; bilmiş olki: bazı camid zerrelerin bulundukları ilk vaziyetten, bir başka heyet ve tavra –makul bir sebeb tevassut etmeksizin– def’aten intikal ve inkılab etmeleri de bir çeşit bürhandır. Oysa ki, hakikatların en şereflisi ve en temiz ve nezihi olan hayatın ne mülk, ne de melekût cihetlerinde; ve ne içinde ne de dışında hiçbir vechle bir hasislik ve bir kir bulunmamakta ve her iki vechi de latif bulunmaktadır. Hatta bir hayvanın zahirce hasis ve cüz’î olan hayatı dahi âlidir, yücedir.
(Güzel bir tedkikdir –Müellif –)
İşte bu sırdandırki; yed-i kudret ile hayat arasına her hangi zahirî bir sebep girmediğinden; kudret elinin bizzat hayat ile mübaşereti izzet-i kudrete münafî gelmiyor. Bununla beraber, zahirî olan sebebler –üst tarafta geçtiği üzere– oraya vaz’edilip konulmaları ise, kudretin izzeti zahir nazarda hasis ve napâk gibi görürnen şeylerle mubaşeretli görünüp (insanlarca) şaibelenmekten muhafaza edilmesi içindir.
Yükleniyor...