tevhid emri geldi. Kur'an dahi tekrar nazarları
لَا رَيْبَ فِيهِ
ye çevirmek üzere başa döndü. Yani ki der: “Amma Kur'an ise, şek ve şüphe edilmeye kabil bir şey değildir.” Öyle ise, yaptığınız şek ve şüpheler, ancak kalplerinizin marazından ve tabiatlarınızın sekametindendir. Bu meseleyi te'kid eden:
قَدْ يُنْكَرُ ضَوْءُ الشَّمْسِ مِنْ رَمَدٍ وَيُنْفَرُ طَعْمُ الْمَٓءِ مِنْ سَقَمٍ
{ Cenab-ı Hazret-i Müellif beyti iktibasen almıştır. Kaside-i Bürdedeki aslı şöyledir:
وَيُنْكِرُ الْفَمُ طَعْمَ الْمَٓءِ مِنْ سَقَمٍ
قَدْ يُنْكِرُ الْعَيْنُ ضَوْءَ الشَّمْسِ مِنْ رَمَدٍ م
(Bürdetül-medih-Bûsirî s. 20)}
denilmiştir. Mânâsı: (Göz hastalığı sebebiyle bazan güneşin ziyası, ışığı inkâr edilir. Mizaç bozukluğu ve beden hastalığından dolayıda, suyun tadından nefret edilir.)
Amma
فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ
cümlesinin nazm ve dizilişi ise, bilki bu cümle, evvelki cümlenin cezaüş-şartıdır. (Ayetin önceki cümlesi: “Eğer abdimize inzaleylediğimiz Kur'anda bir şübheniz varsa...” Şartlı kuruluşuna bakar. Bu cümle ise, “o halde, Kur’anın bir sûresinin olsun mislini getiriniz.” İfadesiyle onun şartlılığının karşılığıdır.) Cezaüş-şart ise, şart fiilinin bir lazımı olması gerekir. Hem vaktaki burada olan şey, ta'cizî emridir, âciz bırakma işidir; elbette
تَشَبَّثوُا
takdirini, Yani, Haydi gelin, Kur'ana karşı muarazaya teşebbüs ediniz! diye mukadder cümleyi istilzam eyler. Hem yine madem buradaki emir, iş veya hal, bir inşadır. (bed’eyleme ve başlamadır) inşa ise, bir lazım değildir. Öyle ise, o emrin ve işin lazımı olan bir cezayı, yani karşılığı gerektirir. İşte o ceza ise, emrin, işin ma'nalarının asıllarından olan vücûbluk ve zarûriliktir. Sonra, Kur'anın mislini getirme zarûreti de şek ve şübheden dolayı lüzumluluğu açığa çıkamamaktadır. Öyle ise, ayetin îcazı altında tayyedilmiş mukadder bazı cümleleri iktiza eyliyor. Bunlarda şöyle olabilir: “Kur’anın Kelamullah olduğunda şüpheniz varsa, size onun i'cazını öğrenmek ve anlamak vacib olur. Onun i'cazını öğrendikten sonra, mu'cizeliği zahir
لَا رَيْبَ فِيهِ
ye çevirmek üzere başa döndü. Yani ki der: “Amma Kur'an ise, şek ve şüphe edilmeye kabil bir şey değildir.” Öyle ise, yaptığınız şek ve şüpheler, ancak kalplerinizin marazından ve tabiatlarınızın sekametindendir. Bu meseleyi te'kid eden:
قَدْ يُنْكَرُ ضَوْءُ الشَّمْسِ مِنْ رَمَدٍ وَيُنْفَرُ طَعْمُ الْمَٓءِ مِنْ سَقَمٍ
{ Cenab-ı Hazret-i Müellif beyti iktibasen almıştır. Kaside-i Bürdedeki aslı şöyledir:
وَيُنْكِرُ الْفَمُ طَعْمَ الْمَٓءِ مِنْ سَقَمٍ
قَدْ يُنْكِرُ الْعَيْنُ ضَوْءَ الشَّمْسِ مِنْ رَمَدٍ م
(Bürdetül-medih-Bûsirî s. 20)}
denilmiştir. Mânâsı: (Göz hastalığı sebebiyle bazan güneşin ziyası, ışığı inkâr edilir. Mizaç bozukluğu ve beden hastalığından dolayıda, suyun tadından nefret edilir.)
Amma
فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ
cümlesinin nazm ve dizilişi ise, bilki bu cümle, evvelki cümlenin cezaüş-şartıdır. (Ayetin önceki cümlesi: “Eğer abdimize inzaleylediğimiz Kur'anda bir şübheniz varsa...” Şartlı kuruluşuna bakar. Bu cümle ise, “o halde, Kur’anın bir sûresinin olsun mislini getiriniz.” İfadesiyle onun şartlılığının karşılığıdır.) Cezaüş-şart ise, şart fiilinin bir lazımı olması gerekir. Hem vaktaki burada olan şey, ta'cizî emridir, âciz bırakma işidir; elbette
تَشَبَّثوُا
takdirini, Yani, Haydi gelin, Kur'ana karşı muarazaya teşebbüs ediniz! diye mukadder cümleyi istilzam eyler. Hem yine madem buradaki emir, iş veya hal, bir inşadır. (bed’eyleme ve başlamadır) inşa ise, bir lazım değildir. Öyle ise, o emrin ve işin lazımı olan bir cezayı, yani karşılığı gerektirir. İşte o ceza ise, emrin, işin ma'nalarının asıllarından olan vücûbluk ve zarûriliktir. Sonra, Kur'anın mislini getirme zarûreti de şek ve şübheden dolayı lüzumluluğu açığa çıkamamaktadır. Öyle ise, ayetin îcazı altında tayyedilmiş mukadder bazı cümleleri iktiza eyliyor. Bunlarda şöyle olabilir: “Kur’anın Kelamullah olduğunda şüpheniz varsa, size onun i'cazını öğrenmek ve anlamak vacib olur. Onun i'cazını öğrendikten sonra, mu'cizeliği zahir
Yükleniyor...