2- Kur’an’ın veya Din-i İslâm’ın bütün derin nükte ve en ince mânâların işaretlerini, sıfatlardan değil, bizzat zatlardan alıp çıkarmış olmasıdır ki Risale-i Nurlar’ın tarz-ı üslubu da böyledir. Yani sair rivayetli, hatta dirayetli tefsirler gibi meseleyi, rivayetlerin ve mütedavil ve muteârif olarak bilinen şeylerden değil, belki ayetlerin öz zatları ve merkezlerinden ve meknûz olan işarât ve rumûzlarında istinbat eylemiş olmasıdır. Gerçi eskiden yazılmış bazı tefsirler, mesela: Şevkânî’nin “el- Feth-ül Kadîr”i, “Tefsir-i Keşşaf” ve “Kadı Beydavî” ve benzeri eserlerin bazı cihetleriyle “İşarat-ül İ’caz”a benzerlikleri varsa da, sureten bir benzerliktir. Manâ incelikleri, görünmez kıl gibi ince nükteleri ve bunların birbirleriyle –sabıklık ve lahiklik i’tibarıyla- münasebetleri istihrac etme cihetiyle, hem de bizzat ayetin kelime ve harflerinden –hak olarak, mutabık olarak- bulup çıkarması yönüyle; hiçbirisi nâzenin olan İşarat-ül İ’caz misli olamadıkları ve çok farklı oldukları az dikkat ile anlaşılabilir.
3- Müellif’in, tâ tufuliyet günlerinden beri Kur’an’ın, sünnetin ve nihayet İslâm Dininin temel hakikatlerinin –maneviyat cihetiyle– esasî çekirdekleri ve hakikat-medar nüveleri; ruhunda, kalp ve vicdanında kader-i İlahî ve kudret-i Sübhaniye’nin tecellisiyle ekilmiş ve nuranî noktalar halinde yazılmış olmasıdır ki, bunlar İşarat-ül İ’caz’ın ayinesinde aksetmiş bulunmaktadır.
Evet, bu beyanımız asla mübalağa değil, hakikatin özü ve ta kendisidir. Zirâ, Cenab-ı Müellif’in 1905 lerde yazmış olduğu eserlerde.. ve sonra 1907, 1908 ve 1909 da yazdığı makaleler ve irâd eylediği nutuklar ve Divan-ı Harp mahkemesinde yaptığı müdaafalar ve hatta aynı yıllarda te’lif eylediği mantık ilmine dair eserler ve bilahare, 1910, 1912 ve 1913 yıllarında te’lif ettiği “Münazarat”, “Muhakemat” ta ve 1911 de Şam’da Emevî Camii minberinde İslâm âlemine irâd eylediği “El Hutbet-üş Şâmiye” eserinde derc eylediği aynı hakikatlerin çekirdek ve tohumları, “İşarat-ül İ’caz”ın nuranî tarlasında fidanlık filizler olarak yeşerdiklerini görüyoruz.
Daha sonra, yani 1918 den 1926 lara kadar te’lif eylediği ve bunların 1921 in ilk yarısına kadarkileri eski Said’in eserleri, sonrakileri ise yeni Said’in te’lifatı diye nitelendirdiği eserlerinde de, aynı hakikatlerin filizlerinin biraz daha yeşerip göğerdiklerini müşahade ediyoruz.
Amma 1926 dan başlayıp, 1949 lara kadar sürdürdüğü “RİSALE-İ NUR” adlı, nuranî bir inkişaf ile münevver bir bahçe halini almış olan
3- Müellif’in, tâ tufuliyet günlerinden beri Kur’an’ın, sünnetin ve nihayet İslâm Dininin temel hakikatlerinin –maneviyat cihetiyle– esasî çekirdekleri ve hakikat-medar nüveleri; ruhunda, kalp ve vicdanında kader-i İlahî ve kudret-i Sübhaniye’nin tecellisiyle ekilmiş ve nuranî noktalar halinde yazılmış olmasıdır ki, bunlar İşarat-ül İ’caz’ın ayinesinde aksetmiş bulunmaktadır.
Evet, bu beyanımız asla mübalağa değil, hakikatin özü ve ta kendisidir. Zirâ, Cenab-ı Müellif’in 1905 lerde yazmış olduğu eserlerde.. ve sonra 1907, 1908 ve 1909 da yazdığı makaleler ve irâd eylediği nutuklar ve Divan-ı Harp mahkemesinde yaptığı müdaafalar ve hatta aynı yıllarda te’lif eylediği mantık ilmine dair eserler ve bilahare, 1910, 1912 ve 1913 yıllarında te’lif ettiği “Münazarat”, “Muhakemat” ta ve 1911 de Şam’da Emevî Camii minberinde İslâm âlemine irâd eylediği “El Hutbet-üş Şâmiye” eserinde derc eylediği aynı hakikatlerin çekirdek ve tohumları, “İşarat-ül İ’caz”ın nuranî tarlasında fidanlık filizler olarak yeşerdiklerini görüyoruz.
Daha sonra, yani 1918 den 1926 lara kadar te’lif eylediği ve bunların 1921 in ilk yarısına kadarkileri eski Said’in eserleri, sonrakileri ise yeni Said’in te’lifatı diye nitelendirdiği eserlerinde de, aynı hakikatlerin filizlerinin biraz daha yeşerip göğerdiklerini müşahade ediyoruz.
Amma 1926 dan başlayıp, 1949 lara kadar sürdürdüğü “RİSALE-İ NUR” adlı, nuranî bir inkişaf ile münevver bir bahçe halini almış olan
Yükleniyor...