Hem de hükmedecek: Şu bunlara benzemez, rütbesinde olamaz. Öyle ise ya umumdan aşağı; bu ise, bilbedahe malûm olmuş butlanı.
Öyle ise, umumun fevkindedir. Mazmunları o kadar zamanda kapı açık beşere vakfedilmiş, kendine davet etmiş ervah ile ezhanı!
Beşer onda tasarruf, kendine de maletmiş. Onun mazmunları ile yine Kur'âna karşı çıkmamış, hiçbir zaman çıkamaz; geçti zaman-ı imtihanı.
Sair kitablara benzemez, onlara makîs olmaz; zîrâ yirmi sene zarfında müneccemen hacetlere nisbeten nüzulü; müteferrik, mütekatı'; bir hikmet-i Rabbanî.
Esbab-ı nüzulü muhtelif, mütebayin. Bir maddede es'ile mütekerrir, mütefavit. Hâdisat-ı ahkâmı müteaddid, mütegayir. Muhtelif, mütefarık nüzulünün ezmanı.
Hâlât-ı telakkisi mütenevvi', mütehalif. Aksam-ı muhatabı müteaddid, mütebâid. Gayat-ı irşadında mütederric, mütefavit. Şu esaslara müstenid binaî, hem beyanî,
Cevabî, hem hitabî. Bununla da beraber selaset ve selâmet, tenasüb ve tesanüd, kemâlini göstermiş; işte onun şahidi: Fenn-i Beyan u maânî.
Kur'ân'da bir hassa var; başka kelâmda yoktur. Bir kelâmı işitsen, asıl sahib-i kelâmı arkasında görürsün, ya içinde bulursun. Üslûb: Âyine-i insanî.
Kur'ân ise, zahiren o Nebiyy-i Muhatabı gösterir; muhatap sahib-i kelama perde. Zira bir Vacib-ül Vücûd ki, bî-nefad u bî nihayet hitabu kelimat-ı sübhanî
La yühadd muhatabîne ezelden tâ ebede birden teveccüh etmiş, tekellüm de ediyor şöyle mahdud kelamın arkasında ezel ebed sultanı.
Yalnız bir lem'a-i tecellîsi; kabildir sıkışması; eğer bütün o bî-nihayet kelimât defaten dinlenmesi daire-i imkânda olsa idi bir mekanı
Yahut bütün muhatabîn, zerrat-ı kâinat suretinde tek bir kulak olsaydı, o üzn-ü cihanî, hem bir nur-u imanî; hem bir hads-i vicdanî.
Belki kelam-ı bî nihayet arkasında, ya içinde bî nihayet celal u azameti içinde o haşmet-i sübhanî görürdü timsalini.
Demek tenzilin esalibinde tenevvü'; İlâhî tenezzülat, tecellî-i esma ve sıfattır ki, kelamın arkasında görüyor onu bir nazar-ı imanî.
Öyle ise, umumun fevkindedir. Mazmunları o kadar zamanda kapı açık beşere vakfedilmiş, kendine davet etmiş ervah ile ezhanı!
Beşer onda tasarruf, kendine de maletmiş. Onun mazmunları ile yine Kur'âna karşı çıkmamış, hiçbir zaman çıkamaz; geçti zaman-ı imtihanı.
Sair kitablara benzemez, onlara makîs olmaz; zîrâ yirmi sene zarfında müneccemen hacetlere nisbeten nüzulü; müteferrik, mütekatı'; bir hikmet-i Rabbanî.
Esbab-ı nüzulü muhtelif, mütebayin. Bir maddede es'ile mütekerrir, mütefavit. Hâdisat-ı ahkâmı müteaddid, mütegayir. Muhtelif, mütefarık nüzulünün ezmanı.
Hâlât-ı telakkisi mütenevvi', mütehalif. Aksam-ı muhatabı müteaddid, mütebâid. Gayat-ı irşadında mütederric, mütefavit. Şu esaslara müstenid binaî, hem beyanî,
Cevabî, hem hitabî. Bununla da beraber selaset ve selâmet, tenasüb ve tesanüd, kemâlini göstermiş; işte onun şahidi: Fenn-i Beyan u maânî.
Kur'ân'da bir hassa var; başka kelâmda yoktur. Bir kelâmı işitsen, asıl sahib-i kelâmı arkasında görürsün, ya içinde bulursun. Üslûb: Âyine-i insanî.
Kur'ân ise, zahiren o Nebiyy-i Muhatabı gösterir; muhatap sahib-i kelama perde. Zira bir Vacib-ül Vücûd ki, bî-nefad u bî nihayet hitabu kelimat-ı sübhanî
La yühadd muhatabîne ezelden tâ ebede birden teveccüh etmiş, tekellüm de ediyor şöyle mahdud kelamın arkasında ezel ebed sultanı.
Yalnız bir lem'a-i tecellîsi; kabildir sıkışması; eğer bütün o bî-nihayet kelimât defaten dinlenmesi daire-i imkânda olsa idi bir mekanı
Yahut bütün muhatabîn, zerrat-ı kâinat suretinde tek bir kulak olsaydı, o üzn-ü cihanî, hem bir nur-u imanî; hem bir hads-i vicdanî.
Belki kelam-ı bî nihayet arkasında, ya içinde bî nihayet celal u azameti içinde o haşmet-i sübhanî görürdü timsalini.
Demek tenzilin esalibinde tenevvü'; İlâhî tenezzülat, tecellî-i esma ve sıfattır ki, kelamın arkasında görüyor onu bir nazar-ı imanî.
Yükleniyor...