bid'at nazarıyla bakıyorlar. Bunların tefritiyle ve ötekilerin ifratıyla müsamaha kapısı açıldı. Bâzı bide'at, zikir ile ihtilat eyledi. Bu tebayün-ü efkâr ve tehâlüf-ü meşarib ahlâk-ı İslâmiyeyi sarsmış ve terakkiyat-ı medeniyetten geri bırakmıştır.
Bunun da çaresi:
Mekatibde ulûm-u diniyeyi bihakkın okutmak.. ve medariste lüzumsuz kalan hikmet-i atîkaya bedel bazı fünûn-u lâzıme-i cedide tahsil olunmak... Ve tekyelerde mütebahhirîn ulemâ bulunmaktır. Bu takdirde şuabât-ı selase yekâhenk-i terakkî olarak kat'-ı meratib etmek kaviyyen me'mûldür.
İkinci Fikir:
Vâizlere aittir ki; Bunlar müderris-i umumîdir. Bunların nasayihinde kendimce bir te'sir hissetmedim. Düşündüm, kasavet-i kalbimden başka üç sebep buldum.
Birisi:
Asr-ı hâzırayı zaman-ı salifeye kıyasen yalnız tasvir-i müddea ve parlak göstermektir. Halbuki zaman-ı salifde safa-yı kalb ve taklid-i ulemâ hükümferma idi. Bunlara delil lâzım değil idi. Şimdi de herkeste bir meyl-i taharri-i hakikat peyda olmuş, bunlara karşı tasvîr-i müddeâ tesir etmez. Ancak tesir ettirmek için isbat-ı müddeâ ve ikna' lâzımdır.
İkinci Sebep:
Bir şeyi terğip veya terhib etmekle, ondan daha mühim şeyi tenzil etmekti. Meselâ. "Bir gece iki rekat namaz kılmak, haccı tavaf etmek; veya kim gıybet etse zina etmiş gibidir ."derler.
Üçüncüsü:
Belagatın muktezası olan mukteza-yı hâle mutabık ve ilcaât-ı zamana muvafık söz söylemezler. Güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar. Sonra konuşuyorlar. Demek istiyorum ki; vâiz hem âlim-i muhakkik olmalı ki, tâ isbat-ı müddeâ etsin. Hem hakîm-i müdakkik, tâ muvazene-yi şeriatı bozmasın. Hem de belîğ-i mukni' olması şarttır.
Dördüncüsü:
Zihnim perişandır demişim. Halbuki bu cümleden maksadım; kuvve-i hâfızama nisyan tareyanı ve zihnimdeki sıkıntı ve tabiatımdaki tevahhuş muraddır. Hiçbir divane, ben divaneyim demediği için, benim cinnetime nasıl delil olabilir. Hemde " izhar" dan sonra üç mâh ders gördüğümü söylemiştim. İki cihetle şu söz şüpheyi davet eder. Ya hilâftır... Halbuki ekser Kürdistan bunun sıdkını bilir. Ya doğru olduğu halde; sen ey doktor dediğin gibi: Temeddüh ve gurur mîsüllü bir unsur-u cinneti îma eder.
Bunun da çaresi:
Mekatibde ulûm-u diniyeyi bihakkın okutmak.. ve medariste lüzumsuz kalan hikmet-i atîkaya bedel bazı fünûn-u lâzıme-i cedide tahsil olunmak... Ve tekyelerde mütebahhirîn ulemâ bulunmaktır. Bu takdirde şuabât-ı selase yekâhenk-i terakkî olarak kat'-ı meratib etmek kaviyyen me'mûldür.
İkinci Fikir:
Vâizlere aittir ki; Bunlar müderris-i umumîdir. Bunların nasayihinde kendimce bir te'sir hissetmedim. Düşündüm, kasavet-i kalbimden başka üç sebep buldum.
Birisi:
Asr-ı hâzırayı zaman-ı salifeye kıyasen yalnız tasvir-i müddea ve parlak göstermektir. Halbuki zaman-ı salifde safa-yı kalb ve taklid-i ulemâ hükümferma idi. Bunlara delil lâzım değil idi. Şimdi de herkeste bir meyl-i taharri-i hakikat peyda olmuş, bunlara karşı tasvîr-i müddeâ tesir etmez. Ancak tesir ettirmek için isbat-ı müddeâ ve ikna' lâzımdır.
İkinci Sebep:
Bir şeyi terğip veya terhib etmekle, ondan daha mühim şeyi tenzil etmekti. Meselâ. "Bir gece iki rekat namaz kılmak, haccı tavaf etmek; veya kim gıybet etse zina etmiş gibidir ."derler.
Üçüncüsü:
Belagatın muktezası olan mukteza-yı hâle mutabık ve ilcaât-ı zamana muvafık söz söylemezler. Güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar. Sonra konuşuyorlar. Demek istiyorum ki; vâiz hem âlim-i muhakkik olmalı ki, tâ isbat-ı müddeâ etsin. Hem hakîm-i müdakkik, tâ muvazene-yi şeriatı bozmasın. Hem de belîğ-i mukni' olması şarttır.
Dördüncüsü:
Zihnim perişandır demişim. Halbuki bu cümleden maksadım; kuvve-i hâfızama nisyan tareyanı ve zihnimdeki sıkıntı ve tabiatımdaki tevahhuş muraddır. Hiçbir divane, ben divaneyim demediği için, benim cinnetime nasıl delil olabilir. Hemde " izhar" dan sonra üç mâh ders gördüğümü söylemiştim. İki cihetle şu söz şüpheyi davet eder. Ya hilâftır... Halbuki ekser Kürdistan bunun sıdkını bilir. Ya doğru olduğu halde; sen ey doktor dediğin gibi: Temeddüh ve gurur mîsüllü bir unsur-u cinneti îma eder.
Yükleniyor...