İşte ey birader! Şu zâtlar ile müşavere et. Sonra da müfettişlik sıfatıyla nefsini tecrid et. Hayalat-ı muhitiye ve evham-ı zamaniyenin elbiselerini çıkart, çıplak ol. Bahr-i bîkeran-ı zaman olan şu asrın sahilinden, içine gir. Tâ asr-ı saadet olan adaya çık.
İşte herşeyden evvel senin nazarına çarpacak ve tecellî edecek şudur ki: Vahîd, nâsırı yok, saltanatı mefkud, tek bir şahıs; umum âleme karşı mübareze eder. Ve küre-i zeminden daha büyük bir hakikatı omuzuna almış ve bütün nev'-i beşerin saadetine tekeffül eden bir şeriatı -ki O şeriat, fünûn-u hakikiye ve ulûm-u İlahiyenin zübdesi olarak- isti'dad-ı beşerin nümüvvü derecesinde tevessü' edip iki âlemde semere vererek ahval-i beşeri güya bir meclis-i vâhid, bir zaman-ı vâhidin ehli gibi tanzim eden öyle bir adaleti tesis eder. Eğer o şeriatın nevâmisinden sual edersen ki: Nereden geliyorsunuz? Ve nereye gideceksiniz?
Sana şöyle cevab verecekler ki: Biz kelâm-ı ezelîden gelmişiz. Nev'-i beşerin selâmeti için ebedin yolunda refakat için ebede gideceğiz. Şu dünya-yı fâniyeyi kestikten sonra, bizim surî olan irtibatımız kesilirse de; daima maneviyatımız beşerin rehberi ve gıda-yı ruhanîsidir.
HÂTİME
Şübehat ve şükûkun üç menbaları vardır, Şöyle: Eğer maksud-u Şâri'den ve efkârın isti'dadları nisbetinde olan irşaddan tecahül edip, bütün evham-ı seyyienin yuvası hükmünde olan şöyle bir mağlata ile itiraz edersen ki, şeriatın başı olan Kur'ân'da üç nokta vardır:
Birincisi:
Kur'ân'ın mâbih-il imtiyazı ve vuzûh-u ifade üzerine müesses olan belâgata münafîdir ki, vücûd-u müteşabihat ve müşkilâttır.
İkincisi:
Şeriatın maksud-u hakikîsi olan irşad ve ta'lime münafîdir ki, fünûn-u ekvanda bir derece ibham ve ıtlakatıdır.
Üçüncüsü:
Tarîk-ı Kur'ân olan tahkik ve hidayete muhaliftir. İşte o da bazı zevahiri, delil-i aklînin hilafına imale edip, hilaf-ı vakıâ ihtimalidir.
Yükleniyor...