Ziya, ecsâmın keşşâfı ve elvânın sebeb-i vücûdu olduğu gibi; Hayat dahi mevcudatın keşşâfı... Ve cüz'ü küll gibi belki daha büyük yapmak.. Ve küllü cüz'e sıkıştırmak ve iştirâk ve ittihad ettirmek gibi kemâlât-ı vücûdun sebebidir. "Hayat kesrette bir çeşit tecellî-i vahdettir."
Bak! Hayatsız bir cisim, dağ dahi olsa yetimdir, münferittir, garibdir. Münasebeti yalnız oturduğu mekan ve ona karışan şeyle var. Başka ne varsa ona nisbeten ma'dumdur.
Şimdi bak küçücük bir cisme! Meselâ bal arısına hayat girdiği anda, bütün kâinatla öyle münasebat te'sis eder, bütün taifeleri ile öyle bir ticaret akdediyor ki, diyebilir: "Âlem bahçemdir. Güneşim parlıyor." Sâika ve şâikayı ihtiva eden havass-ı aşeresiyle; dünyanın ekser envaı ile ihtisas, ünsiyet, mübadele ve tasarrufa başlar.
Bak! Hayat tabaka-i insaniyeye çıktıkça öyle inbisat ve inkişaf ve tenevvür eder ki; ziya-yı akılla menzilindeki odaları gezer gibi, avalim-i ulviye ve ruhiye ve cismaniyede gezer. O, o avâlime misafir gittiği gibi, onlar dahi onun mir'at-ı ruhuna misafir oluyorlar. Hayat, Zât-ı Zülcelâlin en parlak bir bürhan-ı vahdeti; ve en büyük bir nimeti ve tecellî-i merhameti; ve en hafi, dakik, bilinmez bir nakş-ı nezihidir.
Bak! Enva-ı hayatın en ednası olan hayat-ı nebat; Ve onun en birinci derecesi olan çekirdekteki ukde-i hayatiyenin tenebbühü, o derece zuhûr, kesret, mebzuliyet, ülfetle zaman-ı Âdem'den beri hikmet-i beşer nazarından gizli kalmış. Hakikatı keşfedilmemiş. Hem o kadar nezihdir ki, dest-i kudret ile onun arasında sebeb-i zahirî vaz' edilmemiş. Zîrâ mülk ve melekûtu, iki vechi temiz, pâk, şeffâftır. Nazar-ı zâhirîde umur-u hasise ile perdesiz mübaşeretinden teâlî eden izzet-i kudret, esbab-ı zahiriyye yalnız mülk cihetinde bulunmasını başka şeyde ister, bunda istemez. Hatta denilebilir; hayat olmazsa vücud vücud değildir. Hayat ruhun ziyasıdır.
Madem ki, hayat bu derece ehemmiyetlidir. Madem âlemde bir intizam-ı kâmil var. Bir itkân-ı muhkem var. Madem bu biçare perişan küremiz, bu kadar zevil-ervah ile dolmuştur. Öyle ise bir hads-ı sadıkla hükmolunur ki; şu kusûr-u semaviyye ve şu burûc-u sâmiyenin dahi kendilerine münasip sükkânı vardır. Nar nuru yakmaz. Nuranî dahi Şemste yaşar. (Balık suda gibi.)
26
Madem Kudret-i Ezeliye âdî ve en kesif bir maddeden zevi'l-ervahı halkeder. Elbette nur gibi, esir gibi ruha yakın sair seyyâlât-ı lâtife maddeleri ihmal etmez, meyyit bırakmaz.
Temsil:
Melâikeyi, ruhaniyâtı tasdik etmeyen, vahşi bir adama benzer ki; büyük muhteşem bir medenî şehre gidiyor. Şehrin uzak köşesinde pis, perişan, küçük bir hâneye rast gelir ki, sefil insanlarla dolu. Etrafı da zevil-ervah ile memlu... Onlara mahsus şerait-i hayatiye vardır ki; bazısı âkilün-nebat, bâzısı âkilüs-simâktir.
Sonra, uzakta binlerce müzeyyen kusûr-u âliye görüyor ki, mâbeynlerinde geniş tenezzühgâh meydanları var. Uzaklıktan veya kasr-ı nazarından veya onların gizlenmesinden, o insanlar ona görünmediği ve şurada gördüğü şerâit-i hayat o kasırlarda görünmediği için itikad ediyor ki; o kasırlar sâkinînden hâlîdir.
Hem melâikeyi tasdik eden zat, o vahşinin arkadaşı olan, nimbedevî bir adama benzer ki; şu küçük, hakir hâneyi gördü ki, zîruhla dolu. Ve ihtiyar ve hikmete delâlet eden şehrin intizamını gördüğünden cezm eder ki; O kusûr-u müzeyyenenin bazı sükkânları var ki, onlar onlara münasip, onlar ona muvafıktırlar. Kendilerine mahsus şerait-i hayatiyeleri vardır. Uzaklık veya gözün kabiliyetsizliği veya tesettürlerine binaen görünmemeleri, olmamalarına delil olamaz. "Adem-i rü'yet, adem-i vücûda delalet etmez."
Demek, küre-i arzın hakaret ve kesafetiyle beraber bu kadar zevilervahın vatanı olması.. Ve en hasis hatta müteaffin cüz'leri menbâ-ı hayat kesilmesi, bittarik-il evlâ hem intizam-ı muttaride mebni olan kıyas-ı hafiy-yi hadsiye müesses olan kıyas-ı evlevî ile delâlet eder ki; şu feza-yı lâyetenâhî burûcuyla, nücûmuyla zîşuur, zevil-ervah ile doludur. Nurdan, nardan ve seyyâlâtlardan mahluk olan o zevil-ervaha Şeriat: "melâike ve cânn" der. Melâike ise ecnas-ı muhtelifedir. Cinn dahi öyle.
ÜÇÜNCÜ NÜKTE:
Bütün ukalâ, turuk-u ta'birde ihtilâflarıyla beraber melâikenin mânâ ve hakikatının vücûduna icma'-ı mâneviyle ittifak etmişlerdir. Hatta Meşşaiyyûn, melâikeyi: "envâın mahiyât-ı mücerrede-yi ruhâniye" ile tâbir etmişlerdir. İşrâkiyyun: "ukul-u aşere, erbab-ul enva' " diye tevsim etmişler. Ehl-i edyan "melek-ül cibal, melek-ül bihar, melek-ül emtar"namlarıyla tesmiye etmişler. Hatta akılları gözlerinde olan maddiyyûn ve tabiiyyûn dahi mânâ-yı melâikeyi inkâra mecal
Bak! Hayatsız bir cisim, dağ dahi olsa yetimdir, münferittir, garibdir. Münasebeti yalnız oturduğu mekan ve ona karışan şeyle var. Başka ne varsa ona nisbeten ma'dumdur.
Şimdi bak küçücük bir cisme! Meselâ bal arısına hayat girdiği anda, bütün kâinatla öyle münasebat te'sis eder, bütün taifeleri ile öyle bir ticaret akdediyor ki, diyebilir: "Âlem bahçemdir. Güneşim parlıyor." Sâika ve şâikayı ihtiva eden havass-ı aşeresiyle; dünyanın ekser envaı ile ihtisas, ünsiyet, mübadele ve tasarrufa başlar.
Bak! Hayat tabaka-i insaniyeye çıktıkça öyle inbisat ve inkişaf ve tenevvür eder ki; ziya-yı akılla menzilindeki odaları gezer gibi, avalim-i ulviye ve ruhiye ve cismaniyede gezer. O, o avâlime misafir gittiği gibi, onlar dahi onun mir'at-ı ruhuna misafir oluyorlar. Hayat, Zât-ı Zülcelâlin en parlak bir bürhan-ı vahdeti; ve en büyük bir nimeti ve tecellî-i merhameti; ve en hafi, dakik, bilinmez bir nakş-ı nezihidir.
Bak! Enva-ı hayatın en ednası olan hayat-ı nebat; Ve onun en birinci derecesi olan çekirdekteki ukde-i hayatiyenin tenebbühü, o derece zuhûr, kesret, mebzuliyet, ülfetle zaman-ı Âdem'den beri hikmet-i beşer nazarından gizli kalmış. Hakikatı keşfedilmemiş. Hem o kadar nezihdir ki, dest-i kudret ile onun arasında sebeb-i zahirî vaz' edilmemiş. Zîrâ mülk ve melekûtu, iki vechi temiz, pâk, şeffâftır. Nazar-ı zâhirîde umur-u hasise ile perdesiz mübaşeretinden teâlî eden izzet-i kudret, esbab-ı zahiriyye yalnız mülk cihetinde bulunmasını başka şeyde ister, bunda istemez. Hatta denilebilir; hayat olmazsa vücud vücud değildir. Hayat ruhun ziyasıdır.
Madem ki, hayat bu derece ehemmiyetlidir. Madem âlemde bir intizam-ı kâmil var. Bir itkân-ı muhkem var. Madem bu biçare perişan küremiz, bu kadar zevil-ervah ile dolmuştur. Öyle ise bir hads-ı sadıkla hükmolunur ki; şu kusûr-u semaviyye ve şu burûc-u sâmiyenin dahi kendilerine münasip sükkânı vardır. Nar nuru yakmaz. Nuranî dahi Şemste yaşar. (Balık suda gibi.)
26
Madem Kudret-i Ezeliye âdî ve en kesif bir maddeden zevi'l-ervahı halkeder. Elbette nur gibi, esir gibi ruha yakın sair seyyâlât-ı lâtife maddeleri ihmal etmez, meyyit bırakmaz.
Temsil:
Melâikeyi, ruhaniyâtı tasdik etmeyen, vahşi bir adama benzer ki; büyük muhteşem bir medenî şehre gidiyor. Şehrin uzak köşesinde pis, perişan, küçük bir hâneye rast gelir ki, sefil insanlarla dolu. Etrafı da zevil-ervah ile memlu... Onlara mahsus şerait-i hayatiye vardır ki; bazısı âkilün-nebat, bâzısı âkilüs-simâktir.
Sonra, uzakta binlerce müzeyyen kusûr-u âliye görüyor ki, mâbeynlerinde geniş tenezzühgâh meydanları var. Uzaklıktan veya kasr-ı nazarından veya onların gizlenmesinden, o insanlar ona görünmediği ve şurada gördüğü şerâit-i hayat o kasırlarda görünmediği için itikad ediyor ki; o kasırlar sâkinînden hâlîdir.
Hem melâikeyi tasdik eden zat, o vahşinin arkadaşı olan, nimbedevî bir adama benzer ki; şu küçük, hakir hâneyi gördü ki, zîruhla dolu. Ve ihtiyar ve hikmete delâlet eden şehrin intizamını gördüğünden cezm eder ki; O kusûr-u müzeyyenenin bazı sükkânları var ki, onlar onlara münasip, onlar ona muvafıktırlar. Kendilerine mahsus şerait-i hayatiyeleri vardır. Uzaklık veya gözün kabiliyetsizliği veya tesettürlerine binaen görünmemeleri, olmamalarına delil olamaz. "Adem-i rü'yet, adem-i vücûda delalet etmez."
Demek, küre-i arzın hakaret ve kesafetiyle beraber bu kadar zevilervahın vatanı olması.. Ve en hasis hatta müteaffin cüz'leri menbâ-ı hayat kesilmesi, bittarik-il evlâ hem intizam-ı muttaride mebni olan kıyas-ı hafiy-yi hadsiye müesses olan kıyas-ı evlevî ile delâlet eder ki; şu feza-yı lâyetenâhî burûcuyla, nücûmuyla zîşuur, zevil-ervah ile doludur. Nurdan, nardan ve seyyâlâtlardan mahluk olan o zevil-ervaha Şeriat: "melâike ve cânn" der. Melâike ise ecnas-ı muhtelifedir. Cinn dahi öyle.
ÜÇÜNCÜ NÜKTE:
Bütün ukalâ, turuk-u ta'birde ihtilâflarıyla beraber melâikenin mânâ ve hakikatının vücûduna icma'-ı mâneviyle ittifak etmişlerdir. Hatta Meşşaiyyûn, melâikeyi: "envâın mahiyât-ı mücerrede-yi ruhâniye" ile tâbir etmişlerdir. İşrâkiyyun: "ukul-u aşere, erbab-ul enva' " diye tevsim etmişler. Ehl-i edyan "melek-ül cibal, melek-ül bihar, melek-ül emtar"namlarıyla tesmiye etmişler. Hatta akılları gözlerinde olan maddiyyûn ve tabiiyyûn dahi mânâ-yı melâikeyi inkâra mecal
Yükleniyor...