Bundan sonra zarurî ve gayr-ı zarurîyi tefrik edeceğiz. İşte cevab-ı Kur'ânîden mefhum olan zarurî hükümler ki inkârı kabul etmez, şudur:
"Zülkarneyn, müeyyedün min indillah bir şahıstır. Onun irşad ve tertibiyle iki dağ arasında bir sed bina edilmiştir. Zalimlerin ve bedevîlerin def'-i fesadları için... Ve Ye'cüc ve Me'cüc iki müfsid kabiledirler. Emr-i İlahî geldiği vakit, sed harab olacaktır, ilââhirihî." Bu kıyas ile, ona Kur'ân delalet eden hükümler, Kur'ânın zaruriyatındandırlar. Bir harfin inkârı dahi kabil değildir. Fakat o mevzuât ve mahmulâtın keyfiyatlarının teşrihatları ve mahiyetlerinin hududu ise, Kur'ân onlara kat'iyy-üd delalet değildir. Belki "âmm hassa, delalet-i selâseden hiçbirisiyle delalet etmez" kaidesiyle; ve mantıkta beyan olunduğu gibi: "Bir hükümü, mevzu ve mahmulün vechüm-mâ ile tasavvur etmek kâfi olduğu"nun düsturuyla sabittir ki, Kur'ân onlara delalet etmez, fakat kabul edebilir. Demek o teşrihat, ahkâm-ı nazariyedendir. Başka delaile muhavveldir. İçtihadın mazannesidir. Onda tevil için mecal vardır. Muhakkikînin ihtilafatı nazariyetine delildir.
Fakat vâ esefâ!.. Cevabın suale, her cihetle lüzum-u mutabakatının tahayyülüyle, sualdeki halele ehemmiyet vermeyerek, cevabın zarurî ve nazarî olan hükümlerini birden me'haz-i sâilden ve menbit-i sualden hûşeçîn olup, alıp müfessir oldular. Yok belki müevvil, yok belki mâsadakı mânâ yerine mânâ gösterdiler. Yok, belki mâsadakı olmak caiz ve bir derece mümkin olan şeyi, medlûl ve mefhum olarak tevil ettiler. Halbuki Üçüncü Mukaddeme'nin sırrıyla; zahirperestler kabul ederek ve muhakkikîn dahi hikâyât gibi ehemmiyetsiz olduğundan tenkidsiz şu tevili dinlediler. O teşrihatın, muharref olanı Tevrat ve İncil'de olduğu gibi kabul ederse, akide-i ehl-i sünnet ve cemaatte olan masumiyet-i enbiyaya muhalefet oluyor. Kıssa-i Lut ve Davud Aleyhimesselâm, buna iki şahiddir.
Vakta ki keyfiyette içtihad ve tevilin mecali vardır. Ben de bitevfikil-lah derim: İtikad-ı câzim, Hüda ve Peygamberimizin muradlarına kat'iy-yen vâcibdir; zirâ zaruriyat-ı diniyedendir. Fakat murad hangisidir, muh-telefün fîhdir. Şöyle:
Zülkarneyne, "İskender" demem. Zîrâ isim bırakmaz. Bazı müfessir melik "lâm'ın kesriyle", bazısı melek "lâm'ın fethiyle", bazısı nebi, bazısı veli, ilââhirihi demişlerdir.
"Zülkarneyn, müeyyedün min indillah bir şahıstır. Onun irşad ve tertibiyle iki dağ arasında bir sed bina edilmiştir. Zalimlerin ve bedevîlerin def'-i fesadları için... Ve Ye'cüc ve Me'cüc iki müfsid kabiledirler. Emr-i İlahî geldiği vakit, sed harab olacaktır, ilââhirihî." Bu kıyas ile, ona Kur'ân delalet eden hükümler, Kur'ânın zaruriyatındandırlar. Bir harfin inkârı dahi kabil değildir. Fakat o mevzuât ve mahmulâtın keyfiyatlarının teşrihatları ve mahiyetlerinin hududu ise, Kur'ân onlara kat'iyy-üd delalet değildir. Belki "âmm hassa, delalet-i selâseden hiçbirisiyle delalet etmez" kaidesiyle; ve mantıkta beyan olunduğu gibi: "Bir hükümü, mevzu ve mahmulün vechüm-mâ ile tasavvur etmek kâfi olduğu"nun düsturuyla sabittir ki, Kur'ân onlara delalet etmez, fakat kabul edebilir. Demek o teşrihat, ahkâm-ı nazariyedendir. Başka delaile muhavveldir. İçtihadın mazannesidir. Onda tevil için mecal vardır. Muhakkikînin ihtilafatı nazariyetine delildir.
Fakat vâ esefâ!.. Cevabın suale, her cihetle lüzum-u mutabakatının tahayyülüyle, sualdeki halele ehemmiyet vermeyerek, cevabın zarurî ve nazarî olan hükümlerini birden me'haz-i sâilden ve menbit-i sualden hûşeçîn olup, alıp müfessir oldular. Yok belki müevvil, yok belki mâsadakı mânâ yerine mânâ gösterdiler. Yok, belki mâsadakı olmak caiz ve bir derece mümkin olan şeyi, medlûl ve mefhum olarak tevil ettiler. Halbuki Üçüncü Mukaddeme'nin sırrıyla; zahirperestler kabul ederek ve muhakkikîn dahi hikâyât gibi ehemmiyetsiz olduğundan tenkidsiz şu tevili dinlediler. O teşrihatın, muharref olanı Tevrat ve İncil'de olduğu gibi kabul ederse, akide-i ehl-i sünnet ve cemaatte olan masumiyet-i enbiyaya muhalefet oluyor. Kıssa-i Lut ve Davud Aleyhimesselâm, buna iki şahiddir.
Vakta ki keyfiyette içtihad ve tevilin mecali vardır. Ben de bitevfikil-lah derim: İtikad-ı câzim, Hüda ve Peygamberimizin muradlarına kat'iy-yen vâcibdir; zirâ zaruriyat-ı diniyedendir. Fakat murad hangisidir, muh-telefün fîhdir. Şöyle:
Zülkarneyne, "İskender" demem. Zîrâ isim bırakmaz. Bazı müfessir melik "lâm'ın kesriyle", bazısı melek "lâm'ın fethiyle", bazısı nebi, bazısı veli, ilââhirihi demişlerdir.
Yükleniyor...