sırfeyi çıplak olarak göremezler. Fakat görmelerini temin edecek yalnız zihinlerinin te'nisi için, me'luf olan ziyy ve libas ile mücerredât arz-ı endam etmektir. Tâ mücerredatı, suver-i hayaliye arkasında temaşa etmekle görüp tanısın. Öyle ise hakikat-ı mahza, me'luflerini giyecektir. Fakat surete hasr-ı nazar etmemek gerektir. Bu sırra binaendir: Esalîb-i Arabda ukûl-ü beşere olan tenezzülât-ı İlahiye tabir olunan müraat-ı efham ve mümaşat-ı ezhan, Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyan'da cereyan etti.

Ezcümle:

فَاسْتَوٰى عَلَى الْعَرْشِ

ve

يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ اَيْد۪يهِمْ

ve

جَٓاءَ رَبُّكَ

ve emsali...

Hem de

تَغْرُبُ (الشَّمْسُ) ف۪ى عَيْنٍ حَمِئَةٍ

ve eşbahı...

Hem de

وَ الشَّمْسُ تَجْر۪ى لِمُسْتَقَرٍّ

ve nezairi bu üslûba birer mecradır.

ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ ف۪يهِ

HÂTİME

Sa'b olan bir kelâmın iğlak ve işkali, ya lafız ve üslûbun perişanlığından neş'et eder, bu kısım Kur'ân-ı Vâzıh-ul Beyan'a yanaşmamıştır. Veyahut mânânın dakik, derin veyahut kıymetdar veyahut gayr-ı me'luf, gayr-ı mebzul olduğundan, güya fehme karşı nazlanmak ve şevki arttırmak için kendini göstermemek ve kıymet ve ehemmiyet vermek ister; müşkilât-ı Kur'âniye bu kısımdandır.

Tenbih:

Hadîs-i şerifte vârid olduğu gibi: Her âyetin birer zahir ve bâtını ve her zahir ve bâtının birer hadd ve muttala'ı ve her hadd ve muttala'ın çok şücûn ve gusûnu vardır. Ulûm-u İslâmiye buna şahiddir. Bu meratibin herbirinin birer derecesi, birer kıymeti, birer makamı vardır; temyiz lâzımdır. Lâkin tezahüm yoktur. Fakat iştibâk, iştibahı intac eder. Nasıl daire-i esbab, daire-i akaide karıştırılsa; ya tevekkül namıyla bir betalet veya müraat-ı esbab namıyla bir i'tizali intac eder. Öyle de: devair ve meratib tefrik olunmaz ise, böyle neticeleri verir.

* * *


Yükleniyor...