Hem o şuur-u imaniyle, netice-i hayatım ve sebeb-i saadetim ve vazife-i fıtratım olan Resail-ün Nur dahi ziya'dan, mahvdan, faidesiz kalmasından ve manen kurumasından kurtulmalarını ve meyvedar bâki kalmalarını o intisab-ı imanî ile bildim, hissettim, kanaat getirdim. Kendi bekamın lezzetinden çok ziyade bir manevî lezzet duydum, tam hissettim. Çünki iman ettim ki: Bâki-i Zülkemal'in bekası ve varlığıyla Resail-ün Nur yalnız insanların hâfızalarında ve kalblerinde nakşolmuyor; belki hadsiz zîşuur mahlukatın ve ruhanîlerin bir mütalaagâhları olmakla beraber rıza-i İlahîye mazhar ise Levh-i Mahfuz'da ve elvah-ı mahfuzada irtisam ederek sevab meyveleriyle tezeyyün eder. Ve bilhâssa Kur'ana mensubiyeti ve kabul-ü Nebevî ve inşâallah marzî-i İlahî cihetiyle bir anda vücudu ve nazar-ı Rabbaniyeye mazhariyeti, umum ehl-i dünyanın takdirinden daha ziyade kıymetdardır bildim.

İşte hayatımı ve bekamı o resailin hakaik-i imaniyeyi isbat eden herbir risalesinin bekasına, devamına, ifadesine, makbuliyetine feda etmeğe her vakit hazır olduğumu ve saadetimi onların Kur'ana hizmet etmelerinde bildim. Ve o halde beka-i İlahî ile yüz derece insanların tahsinlerinden daha ziyade bir takdire mazhariyetlerini o intisab-ı imanî ile anladım. Bütün kuvvetimle "Hasbünallahü ve ni'melvekil" dedim.

Hem o şuur-u imanî ile ebedî bir beka ve daimî bir hayat veren Bâki-i Zülcelal'in bekasına ve vücuduna iman ve imanın a'mal-i sâliha gibi neticeleri, bu fâni hayatın bâki meyveleri ve ebedî bir bekanın vesileleri olduğunu bildim. Meyvedar bir ağaca inkılab etmek için kabuğunu terkeden bir çekirdek gibi, ben de o bâki meyveleri vermek için bu beka-i dünyevînin kabuğunu bırakmağa nefsimi kandırdım. Nefsimle beraber "Hasbünallahü ve ni'melvekil, Onun bekası bize yeter" dedim.

Hem şuur-u imanî ve intisab-ı ubudiyet ile toprak perdesinin arkası ışıklanmasını ve ağır tabaka-i türabiye dahi ölülerin üstünden kalktığını ve kabir kapısıyla girilen yeraltı dahi, adem-âlûd


Yükleniyor...