esatîr ve hurafatın menbaından çıkan o hikmet, bir derece müteaffine olduğundan safiye olan efkâr-ı Arabın içlerine tedahül ettiğinden, bir derece efkârları karıştırdığı gibi tahkikten taklide bir yol açtı.

Hem de âb-ı hayat olan İslâmiyetten kariha-i fıtriyeleriyle istinbat etmeye kabil iken, o hikmetin telemmüzüne tenezzül ettiler. Evet nasılki ihtilat-ı a'cam ile kelâm-ı Mudarî'nin melekesi fesada yüz tutmakla, muhakkikîn-i ülema o melekeyi muhafaza etmek için, ulûm-u Arabiyenin kavaidini tedvin ettiler. Öyle de şu hikmet ve İsrailiyat dahi daire-i İslâmiyete duhûlleriyle beraber, bazı nekkad-ı muhakkikîn-i İslâm temyiz ve tasfiyelerine teşebbüs ettiler. Fakat hayfa!. tamamıyla muvaffak olamadılar. İş bu kadar da kalmadı. Çünki tefsir-i Kur'an'a sarf-ı himmet edildiği vakit, bazı ehl-i zahir Kur'anın nakliyatını bazı İsrailiyata tatbik ve bir kısım akliyatını dahi hikmet-i mezbureye tevfik ettiler. Çünki gördüler ki, Kur'an makul ve menkule müştemildir. Hadîs de öyle... Sonra kitab ve sünnetin bazı nakliyat-ı sadıkalarıyla ve bazı muharref İsrailiyatın ortasında bir mutabakat ve münasebet istinbat ettiler.

Hem de hakikî olan akliyatlarıyla mevhum ve mümevveh olan şu hikmet arasında bir müşabehet ve muvafakat tevehhüm eylediklerinden, şu mutabakat ve müşabeheti kitab ve sünnetin manalarına tefsir ve maksadlarına beyan zannedip hükmeylediler.

Kellâ.. sümme kellâ!.. Zira Kitab-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın misdakı i'cazıdır. Müfessiri eczasıdır. Manası içindedir. Sadefinde dürrdür, meder değildir. Farazâ bu mutabakatı izhar etmekten maksad, o şahid-i sadıkın tezkiyesi

Yükleniyor...