yüzbin millet ve insan nev'i gibi çok hâdisat-ı acibeye mazhar o milletlerden her baharda yalnız bir tek arı milletine ve üzüm taifesine baksan
bu nev'-i beşerdeki hâdisatın yüz defa daha mûcib-i merak ve ruhanî, manevî zevklere medar hâdiseler var. Bu hakikî zevklere ehemmiyet vermeyip beşerin zararlı, şerli, ârızî hâdiselerine bu kadar merak ve zevk ile bağlanmak; dünyada ebedî kalmak ve o hâdiseler daimî olmak ve herkese o hâdiseden bir menfaat veya zarar gelmek ve o hâdiseye sebebiyet verenlerin hakikî fâil ve mûcid olmak şartıyla olabilir. Halbuki havanın fırtınaları gibi geçici hallerdir.
Sebebiyet verenlerin tesirleri pek cüz'î. Ondaki zarar ve menfaati o vaziyet şarktan, Bahr-i Muhit'ten sana göndermez. Senden sana daha yakın ve senin kalbin onun tasarrufunda ve senin cismin onun tedbir ve icadında olan bir Zât-ı Akdes'in rububiyetini ve hikmetini nazara almayıp, tâ dünyanın nihayetinden zarar ve menfaati beklemek, ne derece divanelik olduğu tarif edilmez!

Hem iman ve hakikat noktasında bu çeşit merakların büyük zararları var. Çünki gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakikî vazife-i insaniyeti ve âhireti unutturacak olan en geniş daire ise, siyaset dairesidir. Hususan böyle umumî ve mücadele suretindeki hâdiseler, kalbi de boğuyor. Güneş gibi bir iman lâzım ki; her şeyde, her vaziyette, her bir harekette kader-i İlahî ve kudret-i Rabbaniyenin izini, eserini görsün, tâ o zulm-ü zulmette kalb boğulmasın, iman sönmesin; akıl, tabiat ve tesadüfe saplanmasın.

Hattâ ehl-i hakikat, hakikat ve marifetullahı bulmak için kesret dairelerini unutmağa çalışıyorlar, tâ kalb dağılmasın ve lüzumlu ve kıymetli şeye sarfetmek lâzım gelen merakı, zevki, şevki lüzumsuz fâni şeylerde telef olmasın.

Hattâ bu ehemmiyetli sırdandır ki, din düsturlarının bir hâdimi olmak cihetinde güneş gibi imanlar taşıyan bir kısım sahabeler ve onlara benzeyen mücahidînden, selef-i sâlihînden başka siyasetçi, ekserce tam müttaki dindar olamaz. Tam ve hakikî dindar, müttaki olanlar siyasetçi olmazlar. Yani maksad-ı aslî siyasetini yapanlarda, din ikinci derecede kalır, tebaî hükmüne geçer. Hakikî dindar ise; " Bütün kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir" diye siyasete aşk-ı merak ile değil; ikinci üçüncü mertebede onu dine ve hakikata âlet etmeye -eğer mümkünse- çalışabilir. Yoksa bâki elmasları, kırılacak âdi şişelere âlet yapar.


Yükleniyor...