Şu asırda hazine-i hâssa-i maneviyenin hazinedar-ı bînaziri de, o kıymetdar sâiline en kıymetdar ve ruha tam bir gıdabahş mevaid-i maneviye-i Kur'aniye ile i'zaz u ikram ederken o halkaya lâyık ve müstehak olmadığım halde, fakir de gıda-yı ruhanîmi ârâmsız alınca; o mevaidi ihsan edene de, getirene de, isteyene de hadsiz medyun-u şükran kalıyorum. Bu defaki aldığım lütufname-i ekremîlerinde, gücenmesini hazır farzederek mektubla muhabere etmiyorum, buyuruluyor. Bu hususta kalb ve ruhuma "Ne dersiniz?" dedim. "Estağfirullah, sadhezar estağfirullah. Biz ölmüştük, lehülhamd bize taze hayat bahşedildi. Gücenmeye, hiçbir cihetle hakkımız yok. Vazifemiz olan duaya devam ve teşekkür borçluyuz." cevab-ı hakgûyanesini ruhumdan aldım.
Hâfız Sabri
(Hulusi Bey'in fıkrasıdır)
Eyyühe-l Üstad-ül Muhterem!
Bu kerre Yirmidokuzuncu Mektub'un Dört ilâ Dokuzuncu Nüktelerini hâvi mübarek mektubunuzu Yirmisekizinci Mektub'un Yedinci Mes'elesinin sırr-ı azîm-i inayet beyanındaki hâtimesi namını verdiğiniz ve mu'ciznüma ramazanın hikmetlerini beyan eden Yirmidokuzuncu Mektub'un İkinci Kısmını ve münevver hâtem-i i'cazı kemal-i şükranla aldım. İştiyakla, lezzetle, zevk-i manevî ile defaatle okudum. Fakat iki haftaya yakındır ki, cevab yazamadım. İşte bu mübarek cuma günü, hem nurlardan aldığım feyizleri, tesellileri, hem kalbî teessüratımı icmalen arz maksadıyla, bu varakpareyi tahrire lütf-u Hak'la başladım.
Evvelen, Yirmidokuzuncu Mektub'un altı nüktesiyle Kur'an'ın hakikî tercümesi kabil olmadığını, imandan zerre kadar nasîbi olana,
Yükleniyor...