Albayın birisi bana sordu: “Senin çoluk çocuğun var mı?”

Vardır dedim.

Doğruyu söylemezsen seni asacaklar dedi.

Ben tekrar evvelki cevabıma dönerek dedim ki:”Bu zat, ancak Kur’ân’ın dellâlıdır. Topa tüfeğe ihtiyacı yoktur. Onun topu da, tüfeği de hep Kur’ân’dır.” dedim.

Hâkim, söze başladı: “Okürd bunları demir gibi mıhlamış. Sır vermezler” dedi. O günü öyle geçti. Bilâhere bizi mahkemeye çıkarttılar.

Mahkeme de bize: “Arapça ezanı kim okudu?” dediler.

Bu defa ben yine sağır numarası yaparak, işitmemiş gibi cevab vermeden durdum.

Hâkim bana dönerek:”Süleyman senmisin?” dedi

Ben “Hava kış da, bir iki gün evvel geldik” diye cevab verdim.

Hakim: “Senin adın ne?” dedi.

Ben: “ Efendim, ilk günü handa yattık” dedim.

Hakim, hiddet etti: “Bırakın şu budalayı!...” dedi.

Ve ne ise, böylece bizi serbest bıraktılar... Evimize geldik.”

{Bilinmeyen Taraflarıyla Said-i Nursi, 2. Baskı, s: 275.}



İşte Huzret-i Üstâdı böylece, Barla’dan Ispartaya nakledecekleri günlerde, Ispartalı bazı nur talebelerini de karakollara çağırmışlar

{Osmanlıca Sikke-i Tasdik, s: 17.}



ve tehditlerde bulunmuşlardı. Öyle anlaşılıyor ki; mazlum olan Menemen hadisesinin akabinde benzeri bir hadisenin oyunları plânlanmaktaydı. Yoksa hakikatta Hazret-i Üstâd Bediüzzamanın imanî ve Kur’ânî ve ilmî meşgalelerden başka, dünyanın hiçbir hadisesiyle alâkası yoktu. Bunu zamanın idarecileri de çok iyi biliyorlardı. Biliyorlardı amma, gizli ifsad komitelerinin iğfal ve aldatmalarına kapılan bizimkiler, kendi vatanlarında bilerek veya bilmeyerek onların sipahîliklerini icra ediyorlardı.

Yükleniyor...