bir tabib, bir tiryak gibi olmuştu. Bu te’sir ve his içerisinde amcasına mektup yazmıştı. Mektubunda, Nurlara sahip çıkıyor ve te’lif edilen Risalelerden birer nüsha istiyordu ki yazıp çoğaltsın diye... Hz. Üstâd, geç de olsa bu vefadar levhaya çok mesrur olup ona Risaleler göndermeyi düşündüğü günlerde, birden onun vefat haberini alıyordu. Bu vefat haberi, Hz. Üstâd’ı -bir insan olarak- ziyadesiyle mükedder etmişti. Birkaç gün bu üzüntü ve teessürle son derece hüzünlü günler yaşarken, bir kaç gün sonra, Kuleönünden Hafız Mustafa ve diğer gençler, bir kaç ay sonra Hulusî Bey, Risale-i Nur’a intisap etmeleriyle, Üstâd’ın keder ve üzüntüleri bir derece zail olmuşsa da, fakat Abdurrahman’ın vefat acısını bir türlü unutamıyordu. Bu vefat hadisesini çok süzişli bir şekilde 26. Lem’a’nın 12. Ricası’nda uzun bir fasıl halinde dile getirmiş ve bu acıklı vefat hadisesi tasvirinin akabinde de imanın acip tesirini zikretmiştir.

Bir insan olarak, akrabalarına karşı şefkat hissi Üstâd’da da elbette ki vardı. 1928’de Abdurrahman’ın vefatı, 1944’de hemşiresi Hanım’ın ve aynı senede biraderzadesi Fuad’ın vefatları.. ve 1947’de amcazadelerinden Molla Davud’un vefatı ve 1951’de de küçük kardeşi Molla Muhammed’in vefatı gibi, akrabalarından böyle vefat haberlerini duydukça, onları Nur Risalelerinde ve Nur mektuplarında -derecelerine göre- bahseder, üzüntü ve kederlerini dile getirirdi.

İşte Abdurrahman’ın 1928’de Ankara’dan kendisine yazdığı mektubundan ve sonra onun vefat hadisesinden bahseden 26. Lem’a’nın 12. Ricası:

“On İkinci Rica: Bir zaman Isparta Vilâyeti’nin Barla nahiyesinde nefy namı altında, işkenceli bir esaretle yalnız ve kimsesiz bir köyde ihtilâttan ve muhabereden men’edilmiş bir vaziyette hem hastalık, hem ihtiyarlık, hem de gurbet içinde gayet perişan bir halde iken; Cenab-ı Hak kemal-i merhametinden, Kur’ân-ı Hakîm’in nüktelerine, sırlarına dair benim için medar-ı tesellî bir nur ihsan etmişti. Onunla o acı, elîm, hazîn vaziyetimi unutmaya çalışıyordum. Vatanımı, ahbabımı, akaribimi unutabiliyordum. Fakat “vâ-hasretâ” birisini unutamıyordum. O da; hem biraderzâdem, hem manevî evladım, hem en fedakâr talebem, hem en cesur bir arkadaşım olan merhum Abdurrahman idi. Altı yedi sene evvel benden ayrılmıştı. Ne o benim yerimi biliyor ki yardıma koşsun, teselli versin ve ne de ben onun vaziyetini biliyordum ki, onunla muhabere edeyim, dertleşeyim.. Benim bu ihtiyarlık vaziyeti zamanımda; öyle fedakâr, sadık birisi bana lâzımdı. Sonra birden birisi bana bir mektub verdi. Mektubu açtım gördüm ki: Abdurrahmân’ın mahiyetini tam gösterir bir tarzda bir mektub ki, o mektubun bir kısmı Yirmi Yedinci Mektub’un fıkraları içinde, üç zahir kerameti gösterir bir tarzda, dercedilmiştir. O mektub beni çok ağlattırmış ve el’ân da ağlattırıyor. Merhum Abdurrahman o

Yükleniyor...