İKİNCİ HATIRA:

Haşir Risalesi onuncu söz ve Meyve risalesi Sekizinci Mes’elesinde, haşir hakikatini ve insanın fıtratının ebedî olduğunu ve ebedden ve ebedî bir zâttan başka bir şeye râzı olamıyacağını beyân sadedinde şöyle der:

“... Bir zaman küçüklüğümde hayâlimden sordum: “Sana bir mil- yon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat, sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa, bâkî fakat âdî ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?”

Baktım, ikincisini arzulayıp, birincisinden “âh!” çekti, “Cehennem de olsa beka isterim: “ dedi...(12)



ÜÇÜNCÜ HATIRA:

Küçüklüğünde köylerinin ve etraflarının ilim, münâzarât, tarikat ve İslâmî duygunun ziyade inkişaf ve tezahürünü gösteren o zamanlardaki o bölgenin muhavere ve hikâyelerinin nelerin etrafinda cereyan ettiğini bir vesile ile 1945-1946 yıllarında kaleme aldığı bir mektubunda şöyle nakleder:

“...Nahiyemiz olan Hizan kazasına tabi’ İsparta’da, (İsparit) birden bire meşhur “Seyda” namında “şeyh Abdurrahman-ı Tâğî” himmetiyle o kadar çok talebeler ve hocalar ve âlimler çıktılar ki; bütün Kürdistan onlar ile iftihar eder bir şekil aldığı zaman, içlerinde münazara-i ilmiye ve pek büyük bir himmetle ve pek geniş bir daire-i ilim ve tarikat içinde, öyle bir vaziyet hissediyordum ki; güya rûy-i zemîni fethedecek bu hocalardır. Eski meşhur ulema ve evliyalar ve allameler ve kutuplar, onların medar-ı bahsi oldukça, ben de dokuz-on yaşında iken dinliyordum. Kalbime geliyordu ki; bu talebeler, âlimler ilimde, dinde büyük bir fütûhat yapmışlar gibi vaziyet alıyorlardı. Bir talebenin bir parça ziyade zekaveti olsa idi, büyük bir ehemmiyet verilirdi. Münazarada, bir mes’elede birisi galebe çalsa, büyük bir iftihar alırdı. Ben de hayret ediyordum; o hissiyat bende de vardı. Hatta tarikat şeyhleri ve dairelerinde medâr-ı hayret bir müsabaka, hem nahiye, hem kaza, hem vilayetimizde vardı. O hâletleri başka memleketlerde o derece göremedim...”(13)

Yükleniyor...