Hülâsa: Burdur ve civarı, Bediüzzaman’ın neşrettiği iman ve Kur’ân nurlarıyla ve saçtığı mânevî ziyalarıyla nurlanmaya başlamıştı. Onun sevgisi ehl-i iman arasında yavaş yavaş yayılmakta, adı ve şöhreti gün geçtikçe duyulmakta idi.
Burdur’da Hazret-i Üstâd, bir de bazı risaleler telif etmeye başlamıştı.(1) Bu Risaleler imanın temel kaideleri ve esasları olan çok ağır mevzuları işledikleri için, ilmî ve ağır bir üslûbda te’lif edilmişlerdi. Burdur’da te’lif edilen risaleler, Arapça şemme ve şule(2) risalelerinin ek bazı parçaları idi. Bunlar ilk önce Arapça te’lif edilmiş, bilâhare de Türkçe olarak “Birinci Ders, İkinci Ders, Üçüncü Ders...” şeklinde te’lif edilmiş, bir kitap haline getirilmişti. Lâkin o sıra bu çok ehemmiyetli risalelerin tab’ı mümkün olmamış, yazma halinde kalmıştı. Bu Türkçe olan kitaba Hazret-i Üstâd 1953’de Isparta’ya yerleştikten sonra, 1954’te Barla’ya gittiği zaman, ona “Nur’un İlk Kapısı” diye isim koydu. Arapça parçaları da, bilâhare Mesnevî-i Arabî’nin içindeki yerlerine vaz’ buyurdular. Nurun İlk Kapısı’ndaki dersler, aynı zamanda “Küçük Sözler”in de esasları idi. Bu dersler, Üstâd Barla’ya geldikten sonra, yeniden “Sözler” şeklinde te’lif edilmiş, başında da şöyle bir ta’rif yazılmıştır:
“Vaktiyle sekiz ayetten istifade ettiğim, “Sekiz Sözü” biraz uzunca nefsime demiştim. şimdi kısaca ve avam lisanıyle nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin.”
İşte, Hazret-i Üstâd Bediüzzaman Burdur’a bir menfî olarak değil, bir mürşid, bir mühdî, Kur’ân hakikatlarının muhafızı ve bir iman bekçisi olarak gelmiş bulunuyordu. Buraya, adeta yepyeni manevî bir vazifenin başına tayin edilmiş olarak, küfür ve dalâlet ehlinin el uzattıkları ve yıkmayı plânladıkları iman kal’asını yeniden inşaaya, imara başlamış, yeni hizmet şekline ve tecdid vazifesine girmiş bulunuyordu.
Van’dan almış olduğu imamlık ve vaizlik vesikaları da elinde mevcuttu. Kur’ânî ve imanî hizmetlerini hem va’az ve nasihat suretleriyle, hem de te’lifat şeklinde yürütüyordu. Kendini sürgün ve menfi saymamaktaydı. Belki buralara kader-i İlâhî’nin manevî emri ve sevkiyle bir vazife başına gönderildiğinin idrâk ve iz’anı içerisindeydi. Ondandır ki; diğer menfiler gibi her akşam karakollara gidip te, ispat-ı vücud etmeyi zaid görüyor ve buna tenezzül etmiyordu. Onun yakın talebeleri de öyle idi. Mahallî hükümet de Bediüzzaman’ın üzerine fazla gitmiyordu. Çünki Bediüzzaman’ın
Burdur’da Hazret-i Üstâd, bir de bazı risaleler telif etmeye başlamıştı.(1) Bu Risaleler imanın temel kaideleri ve esasları olan çok ağır mevzuları işledikleri için, ilmî ve ağır bir üslûbda te’lif edilmişlerdi. Burdur’da te’lif edilen risaleler, Arapça şemme ve şule(2) risalelerinin ek bazı parçaları idi. Bunlar ilk önce Arapça te’lif edilmiş, bilâhare de Türkçe olarak “Birinci Ders, İkinci Ders, Üçüncü Ders...” şeklinde te’lif edilmiş, bir kitap haline getirilmişti. Lâkin o sıra bu çok ehemmiyetli risalelerin tab’ı mümkün olmamış, yazma halinde kalmıştı. Bu Türkçe olan kitaba Hazret-i Üstâd 1953’de Isparta’ya yerleştikten sonra, 1954’te Barla’ya gittiği zaman, ona “Nur’un İlk Kapısı” diye isim koydu. Arapça parçaları da, bilâhare Mesnevî-i Arabî’nin içindeki yerlerine vaz’ buyurdular. Nurun İlk Kapısı’ndaki dersler, aynı zamanda “Küçük Sözler”in de esasları idi. Bu dersler, Üstâd Barla’ya geldikten sonra, yeniden “Sözler” şeklinde te’lif edilmiş, başında da şöyle bir ta’rif yazılmıştır:
“Vaktiyle sekiz ayetten istifade ettiğim, “Sekiz Sözü” biraz uzunca nefsime demiştim. şimdi kısaca ve avam lisanıyle nefsime diyeceğim. Kim isterse beraber dinlesin.”
İşte, Hazret-i Üstâd Bediüzzaman Burdur’a bir menfî olarak değil, bir mürşid, bir mühdî, Kur’ân hakikatlarının muhafızı ve bir iman bekçisi olarak gelmiş bulunuyordu. Buraya, adeta yepyeni manevî bir vazifenin başına tayin edilmiş olarak, küfür ve dalâlet ehlinin el uzattıkları ve yıkmayı plânladıkları iman kal’asını yeniden inşaaya, imara başlamış, yeni hizmet şekline ve tecdid vazifesine girmiş bulunuyordu.
Van’dan almış olduğu imamlık ve vaizlik vesikaları da elinde mevcuttu. Kur’ânî ve imanî hizmetlerini hem va’az ve nasihat suretleriyle, hem de te’lifat şeklinde yürütüyordu. Kendini sürgün ve menfi saymamaktaydı. Belki buralara kader-i İlâhî’nin manevî emri ve sevkiyle bir vazife başına gönderildiğinin idrâk ve iz’anı içerisindeydi. Ondandır ki; diğer menfiler gibi her akşam karakollara gidip te, ispat-ı vücud etmeyi zaid görüyor ve buna tenezzül etmiyordu. Onun yakın talebeleri de öyle idi. Mahallî hükümet de Bediüzzaman’ın üzerine fazla gitmiyordu. Çünki Bediüzzaman’ın
Yükleniyor...