Evkaf me’muru Ömer Efendi’nin camiye bitişik olan evinin bahçesine Üstâd’ı davet ettiler. Üstâd’ı takiben Kürt aşiret ağaları da bahçeye geldi. Üstâd, dinî mevzularda konuşurken, etrafına maksatlı olarak oturdular. Üstâd bunların vaziyetinden kasd-ı mahsusla geldiklerini hemen sezer, onlara: “Efendiler! Herhalde menfi bir fikirle gelmişsiniz.” dedi. Onların reislerinden Hüseyin Paşa cevaben: “Evet..” dedi ve ihtilâle katılma fikirlerini açıkladılar.

Bunun üzerine Üstâd, hiddetle Hüseyin Paşa’ya: “Sizlerin bir menfi fikirle meşbu’ zihniyetinizi daha evvelinden de biliyorum. Bu zihniyet menfi olduğu kadar, cahilane bir fikirdir” dedi. Tekrar Hüseyin Paşa’ya hitaben: ”Acaba bu fikre hizmet neden ileri geldi? Soruyorum size, şeriat mı istiyorsunuz? Böyle hareket, zaten şeriata muhaliftir. Bu olsa olsa bir ecnebî tahrikine alet olmak keyfiyetidir. şeriat isterim diye şeriat’ı alet ederek, şeriat’a muhalefet edilmez. Böyle şeriat istemek olmaz. şeriat’ın anahtarı bendedir. Haydi yerlerinize!..”

“Ben desem ki, şeriat’ın tatbiki için, Hüseyin Paşa sen Patnos’tan üçyüz atlı ile gel! Buraya gelinceye kadar yağmacılık, talan, katliam yapıp geleceksiniz. Bu ise, tamamen şeriat’a muhalefettir. şeriat isterim derken, şeriat’e muhalefet edilmez. Böyle menfi fikirlerden vazgeçiniz. Ancak bu milleti Türkler idare etmiştir, bundan sonra da onlar idare edecektir. İdareye ehil ve lâyık olanlar onlardır. Eğer içlerinde fenaları varsa, gidip müsbet olarak ikaz ediniz.” dedi ve kalkıp Erek dağındaki menziline çekildi. Ağalar da memleketlerine gittiler.”(42)

Görüldüğü üzere, bu rivayet ile ondan önceki benzeri ayni rivayet, hem rivayet şekli itibariyle, hem de terkib ve muhtevaca birbirine muhalifdirler. Birincisinde, “Üstâd’la dağda görüştüler ve İranlı şikâkâ aşireti reisi Simiko ile şeker Ağa da görüşmede vardı” deniliyor. Bunda ise, Van- Nurşin camiinin bitişiğindeki bir evde başka şahıslarla bu görüşmenin cereyan ettiğini yazmaktadır.

Ayrıca da, şu ikinci rivayetin râvisi diye söylenen merhum Ali Çavuş, “Ben de Üstâd’la beraber iken ağaların Üstâd’la konuşmalarına bizzat şahid oldum ve orada hazır idim” demiyor. Belki ihtimaldir ki, eğer o buluşma, görüşme doğru ise; konuşulan sözler, yapılan muhavere başka şekil olduğu halde, bir fısıltı halinde doğru-yanlış, belki de o zaman onun da kulağına gelmiş olabilir, o da yorumlayarak bu tarz ile anlatmış olabilir. Amma bu hadiseleri otuz sene sonra duyup söyliyen ve ondan işitip kaleme alanların,- kanaatime göre- bazı düzeltmelerle şekil verdikleri anlaşılmaktadır.

Çünkü, Hazret-i Üstâd’ın her zaman ve her yerde mesleği irşaddır. Hikmet ve meviza-i hasene ile ikna’dır. Nezihane kavl-i leyyindir. Halbuki rivayette görüldüğü üzere, Hazret-i Üstâd’a isnad edilen sözler çok haşinâne ve kabacadır. Tenfir, tahrik ve kışkırtmadır. Hatta tabiri caiz ise, enaniyetkârane tavır takınmaktır.

Yükleniyor...