Kur’ân’IN HÂKiMiYETi
Yine Bediüzzaman Hazretleri’nin o günlerine ait, umum Müslüman halka taalluk eden köklü ve her zaman geçerli bir hizmet düşüncesi olarak da, Sünûhat isimli eserinde kaydetmiş ve o sıra Sebilür Reşad gazetesinde(*) neşrettirmiş olduğu çok orijinal, fevkalade mühim şu gelecek fikridir:
O sıra, gerek siyasi hadiselerin verdiği çalkantılardan, gerekse Batılılaşmak zihniyetinin maskesi altında yürütülen bir nevi purutluk mezhebini ve dinsizlik prensiplerini yaymaya çalışanların meş'um hareket ve neşriyatlarından ve gerekse de mağlubiyetin verdiği telâş ve gafletten ehl-i İslâm’ın dine karşı gösterdiği lakaydlık ve ihmal ve tenbelliğinin asıl sebebini ve temel unsurunu; Müslümanların mukaddes Kur’ânımızdan zihnen, fikren, hatta hayalen uzak kalmışlığına veriyor ve dinimizin asıl me'haz ve kudsî menba'ı olan Kur’ân’ın kudsiyet derecesinin bilinmemesine ve o kudsiyetin verdiği te'sirin hissedilmemesine bağlıyordu.
İşte 1920’de Üstâd’ın neşrettiği “Sünûhat” Risalesi’nde bu pek büyük mevzuyu şöyle dile getirmiştir: (Bazı bölümlerini alıyoruz)
“Cumhuru, bürhandan ziyade me'hazdaki kudsiyet imtisale sevk eder. Müçtehidînin kitapları vesile gibi, cam gibi Kur’ân’ı göstermeli. Yoksa vekil, gölge olmamalı...
Mantıkça mukarrerdir ki; zihin, melzumdan tebaî olarak lâzıma intikal eder. Ve lazımın lazımına tebaî olarak etmez. Etse de ikinci bir teveccüh ve kasd ile eder. Bu ise gayr-ı tabiîdir.
Mesela, hükmün me'hazı olan şeriat kitapları Melzum gibidir. Delili olan Kur’ân ise, Lâzım’dır. Muharrik-i vicdan olan kudsiyet, Lâzımın Lâzımı'dır.
Cumhurun nazarı kitaplara temerküz ettiğinden, yalnız hayâl-meyâl lâzımı tahattur eder. Lâzımın lâzımını nâdiren tasavvur eder. Bu cihetle vicdan lâkaydlığa alışır, cumudiyet peyda eder.
Eğer zaruriyât-ı diniyede doğrudan doğruya Kur’ân gösterilseydi; zihin, tabiî olarak müşevvik-i imtisal ve mûkız-ı vicdan ve lâzım-ı zatî olan Kudsiyete intikal ederdi. Bu suretle kalbe meleke-i hassasiyet gelerek imânın ihtaratına karşı esamm kalmazdı...”(72)
Bu muazzam, bâkir ve orjinal teşhisin şimdiki Türkçe ile beyanı lazım gelse özetle şöyle olabilir:
Yine Bediüzzaman Hazretleri’nin o günlerine ait, umum Müslüman halka taalluk eden köklü ve her zaman geçerli bir hizmet düşüncesi olarak da, Sünûhat isimli eserinde kaydetmiş ve o sıra Sebilür Reşad gazetesinde(*) neşrettirmiş olduğu çok orijinal, fevkalade mühim şu gelecek fikridir:
O sıra, gerek siyasi hadiselerin verdiği çalkantılardan, gerekse Batılılaşmak zihniyetinin maskesi altında yürütülen bir nevi purutluk mezhebini ve dinsizlik prensiplerini yaymaya çalışanların meş'um hareket ve neşriyatlarından ve gerekse de mağlubiyetin verdiği telâş ve gafletten ehl-i İslâm’ın dine karşı gösterdiği lakaydlık ve ihmal ve tenbelliğinin asıl sebebini ve temel unsurunu; Müslümanların mukaddes Kur’ânımızdan zihnen, fikren, hatta hayalen uzak kalmışlığına veriyor ve dinimizin asıl me'haz ve kudsî menba'ı olan Kur’ân’ın kudsiyet derecesinin bilinmemesine ve o kudsiyetin verdiği te'sirin hissedilmemesine bağlıyordu.
İşte 1920’de Üstâd’ın neşrettiği “Sünûhat” Risalesi’nde bu pek büyük mevzuyu şöyle dile getirmiştir: (Bazı bölümlerini alıyoruz)
“Cumhuru, bürhandan ziyade me'hazdaki kudsiyet imtisale sevk eder. Müçtehidînin kitapları vesile gibi, cam gibi Kur’ân’ı göstermeli. Yoksa vekil, gölge olmamalı...
Mantıkça mukarrerdir ki; zihin, melzumdan tebaî olarak lâzıma intikal eder. Ve lazımın lazımına tebaî olarak etmez. Etse de ikinci bir teveccüh ve kasd ile eder. Bu ise gayr-ı tabiîdir.
Mesela, hükmün me'hazı olan şeriat kitapları Melzum gibidir. Delili olan Kur’ân ise, Lâzım’dır. Muharrik-i vicdan olan kudsiyet, Lâzımın Lâzımı'dır.
Cumhurun nazarı kitaplara temerküz ettiğinden, yalnız hayâl-meyâl lâzımı tahattur eder. Lâzımın lâzımını nâdiren tasavvur eder. Bu cihetle vicdan lâkaydlığa alışır, cumudiyet peyda eder.
Eğer zaruriyât-ı diniyede doğrudan doğruya Kur’ân gösterilseydi; zihin, tabiî olarak müşevvik-i imtisal ve mûkız-ı vicdan ve lâzım-ı zatî olan Kudsiyete intikal ederdi. Bu suretle kalbe meleke-i hassasiyet gelerek imânın ihtaratına karşı esamm kalmazdı...”(72)
Bu muazzam, bâkir ve orjinal teşhisin şimdiki Türkçe ile beyanı lazım gelse özetle şöyle olabilir:
Yükleniyor...