Hem de tenkidleri çok keskinleşmiştir. Karşısına çıkan fikir parçalanır. Ehakkı aramakla, bazen hakkı da kaybeder. Hakta ittifak, ehakta ihtilâf olduğundan, bence çok defa hak, ehaktan ehaktır. Ehakkın müddet-i taharrisi zamanında, batılın vücuduna bir nevi' müsamaha var. Yani bazen hasen, ahsenden ahsendir.”(45)
Bediüzzaman'ın bu gayet ilmî ve mantıkî cevabında da, Müslümanlara hususiyle erbab-ı siyaset ve idareye her zaman geçerli cevher-baha dersler, düsturlar ve metodlar mevcuttur. Hem Dar’ül Hikmet’i iki yönden müdafaa ve takdir ederken, bir başka cihetten büyük ibret dersleri vermektedir:
Birisi: O günlerdeki İstanbul'un hali!.. Eğer kıpırdama ve hareketler ecnebilerin, özellikle müstevli İngilizlerin lehinde ise, devam eder, destek bulurdu.
Aleyhinde ise, bir çok desiseli vasıtalarla boğduruluyordu. İngilizler o sıra Kuva-i Milliye aleyhinde İstanbul'da bir cereyan uyandırmış, büyük ve câzib tekliflerle bu cereyana takılanları desteklemekteydi. Hatta şeyh-ül İslâmlık’tan İngilizler lehine ve Anadolu'daki Kuvay-i Milliye aleyhine fetva çıkarttırmıştı. Bediüzzaman’ın da üstte kayıtlı beyanında geçtiği gibi, Edirne kapısı camiinde aldatılmış bir imam efendi tarafından İngiliz ve Yunanlılara dua ettirilmiş, Anadolu'daki mücahidlerin katillerine fetva ve cevaz vermişti.
İşte Darül-Hikmet-il İslâmiye böyle bir ortamda sâkitane, vakûrâne hareketsiz kaldı. Onun aldığı bu tavır da, Bediüzzaman'ın diretmesiyle olmuştu. Çünki hareket olsaydı, İngiliz lehine olmasa mutlaka söndürülecekti. Lehinde olsaydı, vatan ve memlekete hıyanet olmuş olurdu.
Darül-Hikmet’in müsbet yönden bir hizmet ve faaliyetinin olmayışının bir sebebini de, Bediüzzaman Hazretleri şöyle teşhis edip, değerlendirmiştir:
Darül-Hikmet’te vazifedar muhterem zevât, yüksek âlim a'zaların her birisinin ilimde, teveccüh-ü nâstaki makamlarında büyük büyük meziyet ve şöhretleri vardı. O noktadan a'za hey'eti o büyük şahsiyetlerini her mertebe ve makamda muhafaza ettiklerinden, biribirinde fânî olarak, bir şahs-ı manevî de mezc olmaları lâzım iken, değil imtizac ederek, bir tek şahs-ı manevî olmak; birbirleriyle tam bir ihtilât dahi hasıl olmadı. Yani, her birisi ilmî makamını ve şöhretli büyük şahsiyetlerindeki enaniyetlerini muhafazaya çalıştıklarından; iç içe samimi bir ihtilât hasıl olmadığı gibi, yek-vücudluk işi ise hiç tahakkuk etmedi.
Evet, Darül-Hikmet'teki hizmetlere teavün düsturuyla girişilmedi. Yani herhangi bir mes'elenin hallinde, bir hizmetin müşterek ifasında her birisi kendi cânibinden kâbiliyet ve ilmî kuvvet ve dirayeti nisbetinde el atma işi
Bediüzzaman'ın bu gayet ilmî ve mantıkî cevabında da, Müslümanlara hususiyle erbab-ı siyaset ve idareye her zaman geçerli cevher-baha dersler, düsturlar ve metodlar mevcuttur. Hem Dar’ül Hikmet’i iki yönden müdafaa ve takdir ederken, bir başka cihetten büyük ibret dersleri vermektedir:
Birisi: O günlerdeki İstanbul'un hali!.. Eğer kıpırdama ve hareketler ecnebilerin, özellikle müstevli İngilizlerin lehinde ise, devam eder, destek bulurdu.
Aleyhinde ise, bir çok desiseli vasıtalarla boğduruluyordu. İngilizler o sıra Kuva-i Milliye aleyhinde İstanbul'da bir cereyan uyandırmış, büyük ve câzib tekliflerle bu cereyana takılanları desteklemekteydi. Hatta şeyh-ül İslâmlık’tan İngilizler lehine ve Anadolu'daki Kuvay-i Milliye aleyhine fetva çıkarttırmıştı. Bediüzzaman’ın da üstte kayıtlı beyanında geçtiği gibi, Edirne kapısı camiinde aldatılmış bir imam efendi tarafından İngiliz ve Yunanlılara dua ettirilmiş, Anadolu'daki mücahidlerin katillerine fetva ve cevaz vermişti.
İşte Darül-Hikmet-il İslâmiye böyle bir ortamda sâkitane, vakûrâne hareketsiz kaldı. Onun aldığı bu tavır da, Bediüzzaman'ın diretmesiyle olmuştu. Çünki hareket olsaydı, İngiliz lehine olmasa mutlaka söndürülecekti. Lehinde olsaydı, vatan ve memlekete hıyanet olmuş olurdu.
Darül-Hikmet’in müsbet yönden bir hizmet ve faaliyetinin olmayışının bir sebebini de, Bediüzzaman Hazretleri şöyle teşhis edip, değerlendirmiştir:
Darül-Hikmet’te vazifedar muhterem zevât, yüksek âlim a'zaların her birisinin ilimde, teveccüh-ü nâstaki makamlarında büyük büyük meziyet ve şöhretleri vardı. O noktadan a'za hey'eti o büyük şahsiyetlerini her mertebe ve makamda muhafaza ettiklerinden, biribirinde fânî olarak, bir şahs-ı manevî de mezc olmaları lâzım iken, değil imtizac ederek, bir tek şahs-ı manevî olmak; birbirleriyle tam bir ihtilât dahi hasıl olmadı. Yani, her birisi ilmî makamını ve şöhretli büyük şahsiyetlerindeki enaniyetlerini muhafazaya çalıştıklarından; iç içe samimi bir ihtilât hasıl olmadığı gibi, yek-vücudluk işi ise hiç tahakkuk etmedi.
Evet, Darül-Hikmet'teki hizmetlere teavün düsturuyla girişilmedi. Yani herhangi bir mes'elenin hallinde, bir hizmetin müşterek ifasında her birisi kendi cânibinden kâbiliyet ve ilmî kuvvet ve dirayeti nisbetinde el atma işi
Yükleniyor...