Birinci cümle:

ياِنِّي لَسْتُ مَالِكِي

Yani: Ben kendime malik değilim. Benim malikim, ancak kerem sahibi Malik-ül Mülk-i Zülcelal’dir. Fakat ben kendimi malik tevehhüm ettim ki, malikimin hududsuz sıfatlarını o vehmî mukayese ile bileyim. Evet ben, o vehmî mukayesem vasıtasıyla, kendi mütenahî, mevhûm sıfatlarımla malikimin gayr-ı mütenahi sıfatlarını (bir derece) fehmettim.

فَجَاءَ الصَّبَاحُ وَانْطَفَاَ الْمِصْبَاحُ

Yani subh-u hakikat rûnema olup gelince, mütehayyel ve mevhum lâmbalar ve mumlara ihtiyaç kalmadığından söndüler.

İkinci cümle:

اَلْمَوْةُ حَقٌّ

Ölüm haktır. Evet şu hayat ve bu beden, elbette şu koca dünya, üstlerinde bina edilmesi için direkler olmaya kabiliyetleri yoktur. Çünkü bunlar, ebedî olmadıkları gibi, taştan ve demirden de değillerdir. Belki et, kemik ve kandan ibaret şeyler olup, bedende birbirine mütehalif halde bulunur iken, her an birbirlerinden ayrılmak üzere birkaç günlüğüne muvakkaten toplanmışlar. Binaenaleyh, dünyayı içine alan o emeller sarayı olan hayat, nasıl olur da şu boş ve bozuk esas, kurtlu ve çürük direk üstüne bina edilsin.

Üçüncü cümle:

رَبِّي وَاحِدٌ

Yani: Benim Rabbim birdir, vâhiddir. Evet herkes için (hakiki) bütün saadetler, ancak bir Rabb-i Vâhid’e teslimindedir. Bunun aksinde ise, mecmu’-u kainat kadar birbirine zıt olan Rablere muhtaç olacaktır. Çünkü insan, camiiyet-i fıtratı itibariyle bütün eşyaya muhtaç ve hepsiyle alâkadardır. Şuurî veya gayr-ı şuurî, herbirisinden elem ve teessür duymaktadır. Bu ise cehennemnümûn bir halettir. Fakat bir Rabb-i Vâhid’in marifeti ile olsa, erbab-ı mevhume olan bütün bu eşya ve esbabı, bir Rabb-i Zülcelal’in dest-i kudreti üzerinde ince, tenteneli bir perde olarak gösterir ki; dünyevî bir halet-i firdevsnümûndur.

Yükleniyor...