üzerinde de in’am ve nimetlerin müteceddid suretinin tazelenmesi içindeki lezzetin ziyadeleşmesi olacaktır.
Sonra da, o biçarenin aynı vaziyetinde olan o sarhoş herif, gelip ona der ki: “Bırak bu tılsımları, at şu ilaçları; gel beraber keyfedip oynayalım. Raksedip işret edelim.”
Bu fakir adam ise, ona der ki: “Tılsımları saklamak ve ilaçları muhafaza etmekliğin müsaadesi miktarınca, benim keyfim için kâfidir. Bundan ziyadesi ve müsaadesi haricinde lezzet ve saadet mümkin değildir.”
Evet, ancak Cennet’te ölebilecek olan ölüm Arslanını öldürmek; ve Hâkim-i Arz’ın hükmüyle ve emriyle, yerden tâ süreyyaya kadar yüksek ve zemine çakılmış olan şu âleti ref’ etmek, yani bu arz ve dünyayı başka bir yer ile tebdil etmekle; firak ve zeval âletini izale etmek; hem hayatımın külliyetini istila etmiş olan şu acz yarasını, âciz ve fani hayatımı mutlak, bakî ve kadir bir hayata tebdil etmekle iyileştirmek; ve külliyet-i zatımı ihata eden bu fakr çıbanını benim fakir, miskin zatımı alel-ıtlak olarak sermedî, ganî bir zata tahvil etmekle sağaltmaya kuvvet ve imkânın varsa; yap, göster, görelim. Fakat madem ki, bu mezkûr dört şeyi yapmaya imkânın yoktur ve haddine düşmemiştir. Öyle ise ey sarhoş şeytan, benden elini çek! Beni aldatamazsın. Belki ancak sen, senin gibi ağlamak ile gülmenin, beka ile fenanın, dâ’ ile devanın, heva ile hüdanın mabeynini farkedip temyiz etmeyen bir sarhoşu aldatabilirsin. Amma ben ise,
حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ نِعْمَ الْمَوْلَي وَنِعْمَ النَّصِيرُ
deyip Cenab-ı Hakk’a dayanmışım. O, benim vekilimdir.
İşte eğer temsilin sırrını fehmettin, yahut hakikatın suretini görmeye müştak oldun ise bak, dinle:
İşte medeniyet-i sefihe-i dâllenin şakirdleri ve felsefe-i sakime-i mudıllenin talebeleri, gayet acib ihtiraslar ve pek garib firavunluklarla sarhoş oldukları halde, gelip müslümanları ecnebi âdetlerinin ittibaına ve envar-ı İslâmiye ile içinde şuur ve iş’ar lemaan eden şeair-i İslâmiyenin terkine davet ediyorlar.
Fakat Kur’anın şâkirdleri ise, onlara karşı şöyle mukabelede bulunurlar:
Sonra da, o biçarenin aynı vaziyetinde olan o sarhoş herif, gelip ona der ki: “Bırak bu tılsımları, at şu ilaçları; gel beraber keyfedip oynayalım. Raksedip işret edelim.”
Bu fakir adam ise, ona der ki: “Tılsımları saklamak ve ilaçları muhafaza etmekliğin müsaadesi miktarınca, benim keyfim için kâfidir. Bundan ziyadesi ve müsaadesi haricinde lezzet ve saadet mümkin değildir.”
Evet, ancak Cennet’te ölebilecek olan ölüm Arslanını öldürmek; ve Hâkim-i Arz’ın hükmüyle ve emriyle, yerden tâ süreyyaya kadar yüksek ve zemine çakılmış olan şu âleti ref’ etmek, yani bu arz ve dünyayı başka bir yer ile tebdil etmekle; firak ve zeval âletini izale etmek; hem hayatımın külliyetini istila etmiş olan şu acz yarasını, âciz ve fani hayatımı mutlak, bakî ve kadir bir hayata tebdil etmekle iyileştirmek; ve külliyet-i zatımı ihata eden bu fakr çıbanını benim fakir, miskin zatımı alel-ıtlak olarak sermedî, ganî bir zata tahvil etmekle sağaltmaya kuvvet ve imkânın varsa; yap, göster, görelim. Fakat madem ki, bu mezkûr dört şeyi yapmaya imkânın yoktur ve haddine düşmemiştir. Öyle ise ey sarhoş şeytan, benden elini çek! Beni aldatamazsın. Belki ancak sen, senin gibi ağlamak ile gülmenin, beka ile fenanın, dâ’ ile devanın, heva ile hüdanın mabeynini farkedip temyiz etmeyen bir sarhoşu aldatabilirsin. Amma ben ise,
حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ نِعْمَ الْمَوْلَي وَنِعْمَ النَّصِيرُ
deyip Cenab-ı Hakk’a dayanmışım. O, benim vekilimdir.
İşte eğer temsilin sırrını fehmettin, yahut hakikatın suretini görmeye müştak oldun ise bak, dinle:
İşte medeniyet-i sefihe-i dâllenin şakirdleri ve felsefe-i sakime-i mudıllenin talebeleri, gayet acib ihtiraslar ve pek garib firavunluklarla sarhoş oldukları halde, gelip müslümanları ecnebi âdetlerinin ittibaına ve envar-ı İslâmiye ile içinde şuur ve iş’ar lemaan eden şeair-i İslâmiyenin terkine davet ediyorlar.
Fakat Kur’anın şâkirdleri ise, onlara karşı şöyle mukabelede bulunurlar:
Yükleniyor...