اِعْلَمْ
Ey kardeş bil ki!
وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا
âyetinde, semayı dünyaya izafe ile tavsif etmesi ve âhiret mukabilinde dünya olması ile, işaret eder ki; sema-i dünyadan başka altı tabaka semavat-ı âherler; berzahtan tâ cennete kadar olan başka âlemlere bakıyorlar. Ve şu görünen gökyüzü, bütün yıldızlarıyla ve tabakatıyla Allahü a’lem yalnız bu dünyanın seması olsa gerektir.
***
اِعْلَمْ
Ey insan bil ki! Senin mûcidin, seni ademden vücuda getirip, sonra seni vücudun en edna etvarından terakki ettirip, in’am ve ihsanıyla tâ bir insan-ı müslim suretine kadar isal etmiştir. Demek senin hal-i hazır vücudun ile, pek çok ayrı ayrı menzillerden geçerek gelen ilk mebde-i hareketin aralarına girmiş olan bütün vücud mertebeleri sana birer ni’met olarak verilmiş olup; herbirisi sende birer semere ve birer sıbga vermişlerdir. Binaenaleyh, sen bu çeşitli vücud ni’metleriyle âdeta dizilmiş bir gerdanlık ve ni’metler habbeleriyle bezenmiş bir salkım veya baştan aşağıya kadar ni’metler envaıyla işlenmiş bir sünbül gibisin ki, Cenab-ı Hakk’ın ni’metlerinin tabakatına âdeta bir fihriste olmuşsun.
Evet ukûl yanında kat’iyyen takarrur etmiştir ki, vücud elbette bir illet ister. Adem ise, illeti iktiza etmez. Öyle ise, sana verilmiş zerreden tâ ademe kadar olan bütün meratib-i vücudun her bir menzilinde suale çekileceksin. Ve senden sual olunacak ki: Bu nimete nasıl kavuştun ve nasıl müstehak oldun ve bunlara karşı ne ile şükrettin?. Fakat zerre kadar aklı bulunan bir adam; bir taşı, meselâ ne için bir ağaç olmamış veya bir ağacı, neden bir insan olmadı diye sual edemez.
İşte ey Said-i miskin ve mağrur! Bak sen, silsile-i mevcudatın ortasında bir noktasın ki, sana verilen ni’metlerin sayısı senin altından tâ adem-i sırfa kadardır. Ve bütün bunların şükründen mes’ulsün. Fakat senin mâfevkindeki ni’metler ise, ne sana ve ne de hiç bir kimseye düşmez ki desin: Arkadaş, ne için senin nail olduğun şu yüksek ni’mete ben de vasıl olmadım? Bir zerrenin nasılki hakkı yoktur; eyvah ne için
Ey kardeş bil ki!
وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا
âyetinde, semayı dünyaya izafe ile tavsif etmesi ve âhiret mukabilinde dünya olması ile, işaret eder ki; sema-i dünyadan başka altı tabaka semavat-ı âherler; berzahtan tâ cennete kadar olan başka âlemlere bakıyorlar. Ve şu görünen gökyüzü, bütün yıldızlarıyla ve tabakatıyla Allahü a’lem yalnız bu dünyanın seması olsa gerektir.
اِعْلَمْ
Ey insan bil ki! Senin mûcidin, seni ademden vücuda getirip, sonra seni vücudun en edna etvarından terakki ettirip, in’am ve ihsanıyla tâ bir insan-ı müslim suretine kadar isal etmiştir. Demek senin hal-i hazır vücudun ile, pek çok ayrı ayrı menzillerden geçerek gelen ilk mebde-i hareketin aralarına girmiş olan bütün vücud mertebeleri sana birer ni’met olarak verilmiş olup; herbirisi sende birer semere ve birer sıbga vermişlerdir. Binaenaleyh, sen bu çeşitli vücud ni’metleriyle âdeta dizilmiş bir gerdanlık ve ni’metler habbeleriyle bezenmiş bir salkım veya baştan aşağıya kadar ni’metler envaıyla işlenmiş bir sünbül gibisin ki, Cenab-ı Hakk’ın ni’metlerinin tabakatına âdeta bir fihriste olmuşsun.
Evet ukûl yanında kat’iyyen takarrur etmiştir ki, vücud elbette bir illet ister. Adem ise, illeti iktiza etmez. Öyle ise, sana verilmiş zerreden tâ ademe kadar olan bütün meratib-i vücudun her bir menzilinde suale çekileceksin. Ve senden sual olunacak ki: Bu nimete nasıl kavuştun ve nasıl müstehak oldun ve bunlara karşı ne ile şükrettin?. Fakat zerre kadar aklı bulunan bir adam; bir taşı, meselâ ne için bir ağaç olmamış veya bir ağacı, neden bir insan olmadı diye sual edemez.
İşte ey Said-i miskin ve mağrur! Bak sen, silsile-i mevcudatın ortasında bir noktasın ki, sana verilen ni’metlerin sayısı senin altından tâ adem-i sırfa kadardır. Ve bütün bunların şükründen mes’ulsün. Fakat senin mâfevkindeki ni’metler ise, ne sana ve ne de hiç bir kimseye düşmez ki desin: Arkadaş, ne için senin nail olduğun şu yüksek ni’mete ben de vasıl olmadım? Bir zerrenin nasılki hakkı yoktur; eyvah ne için
Yükleniyor...