mutlakayı mukayyed nazarlarıyla ihata edemiyorlar. Belki ancak hakikatın bir tarafını görebiliyorlar. İşte bundandır ki; onlar yalnız kendi meşhudatlarıyla hakikatın izharına teşebbüs edip ve yalnız gördüklerinde hapsolup, ifrat ve tefrit ile tasarruf etmek istemişlerdir.Oysa, böylesi bir tasarruf, ile müvazene karışır, tenasüb de gider.

Bunların meseli şöyledir ki: Çok büyük ve hesabsız cevahir sınıflarından dolu ve gayet zinetli bir hazinenin keşfi için dalgıçlar, denize dalıyorlar. O dalgıçlardan bazısının eline meselâ uzunca bir elmas geçer, o ise hükmeder ki; o hazine yalnız uzun bir elmastan ibarettir. Şayet arkadaşlarından o hazinede başka cevahirlerin vücudunu işitse de, tahayyül eder ki; kendi bulduğu elmasın fusûs ve nukuşudur. Bir başka gavvas da, kürevî bir yakuta rastgelir. Daha öbürü murabba’ bir kehrüba bulur ve hakeza… Fakat herbirisi bulduğunu, hazinenin asıl ve mu’zamı itikad eder. Arkadaşlarından duyduklarını ise, bulduğunun zevaid ve teferruatı olduğunu zu’meder. İşte bu vaziyette müvazene karışır, tenasüb de bozulur gider. Ve bu halin neticesi olarak da, herbirisi te’vilata ve tekellüfata ve tasallufata muztar kalır.

Evet, sünnetin terazisiyle tartmadan kendi meşhudatına itimad eden hükema-i İşrakiyyun ve (bir kısım) mutasavvıfların eserlerini tedkik eden zatlar, benim bu söylediklerimde tereddüd etmeyeceklerdir.

Sonra gel, Kur’ana da bak! O dahi bir gavvastır. Lakin Kur’anın gözü açık olduğu için, o hazineyi ve içindekilerini tamamen ihata ettiğinden, hazineyi olduğu gibi tenasüb ve intizam ve ittiradını muhafaza ile beraber tavsif etmektedir.

İşte

اَلسَّمٰوَاةُ مَطْوِيَّاةٌ بِيَمِينِهِ وَ الْاَرْضُ قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ

olan zatın azamet-i kibriyasının iktiza ettiği bütün hakaikı şamildir.

Hem

يَوْمَ نَطْوِي السَّمَاءَ كَطَيِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ

den tut, tâ

مَا مِنْ دَابَّةٍ اِلَّا هُوَ آخِذ½ بِنَاصِيَتِهَا يُصَوِّرُكُمْ فِي الْاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَاءُ

ye

Yükleniyor...