Meselâ kedi, sana karşı tazarru’ ve niyaz eder, tâ ihsanı alıncaya kadar… İhsanı aldıktan sonra, sanki ne o seni tanır, ve ne de sen onu tanıyorsun. Hem kedi, kendi kalbinde senin ihsanına karşı herhangi bir şükran hissini duymaz. Belki ancak Mün’im-i Hakikî’ye şükreder ki, “Ya Rahim, ya Rahim, ya Rahim” diye zikreder. Çünkü onun fıtratı, yalnız Sani’i tanır; ve şuurî veya gayr-ı şuurî ona ibadet eder.

NÜKTE

Ben kat’iyen müşahede ettim ki; eğer herşey Cenab-ı Hakk’a isnad edilmezse, o zaman bir anda birbirine zıd ve birbirinin misli gayr-ı mütenahî ilahların isbatı lâzım gelmekle; o ilahlar, âlemin zerrat ve mürekkebatı adedince ziyadeleşirler. Öyleki, o ilahların herbirisi mecmu-u âleme elini uzatıp onda tasarruf edebilecek bir iktidara malik olmaları lazımdır.

Meselâ: arı nev’inin bir ferdini veya üzüm taifesinin bir habbesini halkedebilen bir kudret, elbette kâinatın bütün anasırına nüfuz etmesi ve onların içinde hükmü cari olması lâzımdır. Çünkü o arı ve bu üzümün eczaları kâinatın mecmuundan alınmış birer enmüzeçtirler. Bununla beraber Vâcib-i ehad’den başka, âlem-i vücud içinde şerik-i uluhiyet için hiçbir mahal, hiç bir emare yoktur.

Amma eğer eşyanın icadı kendi kendilerine havale edilse, o zaman her bir zerrenin uluhiyeti isbat edilmesi lâzım gelecektir. Görmez misin ki; Ayasofya kubbesindeki taşların bâni ve ustası nefy edildiği zaman, o kubbenin her bir taşı Mimar Sinan gibi birer mahir usta kesilmesi lazımdır.

Elhasıl: Kâinatın kendi Hâlık-ı Vâhidine olan delâleti; kendi nefsine olan delâletinden çok mertebeler daha açık, daha nuranî, daha üstün, daha evlâ, daha fasih ve daha vazıhtır. Öyle ise, kâinatın inkârı mümkün olsa dahi, herşeye kadir olan bir Vâhid-i Ehad’in inkârı mümkin olamaz.

 /  
742
Yükleniyor...