Güya bir nevi tenasüh başlarında geçmişti. Ey birader-i misalî! Zaman böyle gösterdi. O ikiz iki deha, öküz gibi reddetti
Temzicin esbabını. Şimdi de barışmadı. Madem onlar tev'emdi, kardeş ve arkadaştı, terakkide yoldaştı; birbiriyle döğüştü.
Hiç de barışmadılar. Nasıl olur ki; aslı hem madeni, matla'ı başka çeşit olmuştu; Kur'ânda olan nuru, şeriat hidayeti;
Şu medeniyetin ruhu olan Roma dehası, birbiriyle barışır, hem mezc u ittihadı.
* * *
O deha ile bu hüda menşe'leri ayrıdır. Hüda semadan indi, deha zeminden çıktı. Hüda kalbde işliyor, dimağı da işletir.
Deha dimağda işler, kalbi de karıştırır. Hüda ruhu eder tenvir, daneleri sünbüllettirir. Karanlıklı tabiat onunla ışıklanır.
İstidad-ı kemâli birdenbire yol alır, nefs-i cismanî yapar hizmetkâr-ı emirber. Melek-sîma ediyor insan-ı himmetperver.
Deha ise: Evvelâ nefs u cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor. İstidad-ı nefsanî neşvünema buluyor.
Ruhu eder hizmetkâr, daneleri kuruyor. Şeytanın sîmasını beşerde gösteriyor. Hüda, hayateyne saadet veriyor. Dâreyne ziya neşrediyor.
İnsanı yükseltiyor. Deccal-misal dehâ-i a'ver, bir dâr ile bir hayatı anlar; madde-perest olur ve dünya-perver. İnsanı yapar birer canavar.
Evet deha, sağır tabiata tapar. Kör kuvvete fermanber. Fakat hüda, şuurlu san'atı tanır, hikmetli kudrete bakar. Deha, zemine küfran perdesi çeker. Hüda, şükran nurunu serper.
Bu sırdandır: Deha, a'ma-i asam. Hüda, semî-i basîr. Dehanın nazarında, zemindeki nimetler sahibsiz ganîmettir.
Minnetsiz gasb ve sirkat, tabiattan koparmak canavarca his verir. Hüdanın nazarında; zeminin sinesinde, kâinatın yüzünde
Serpilmiş olan niam, rahmetin semerâtı. Her nimetin altında bir yed-i muhsin görür, şükran ile öptürür.
Temzicin esbabını. Şimdi de barışmadı. Madem onlar tev'emdi, kardeş ve arkadaştı, terakkide yoldaştı; birbiriyle döğüştü.
Hiç de barışmadılar. Nasıl olur ki; aslı hem madeni, matla'ı başka çeşit olmuştu; Kur'ânda olan nuru, şeriat hidayeti;
Şu medeniyetin ruhu olan Roma dehası, birbiriyle barışır, hem mezc u ittihadı.
O deha ile bu hüda menşe'leri ayrıdır. Hüda semadan indi, deha zeminden çıktı. Hüda kalbde işliyor, dimağı da işletir.
Deha dimağda işler, kalbi de karıştırır. Hüda ruhu eder tenvir, daneleri sünbüllettirir. Karanlıklı tabiat onunla ışıklanır.
İstidad-ı kemâli birdenbire yol alır, nefs-i cismanî yapar hizmetkâr-ı emirber. Melek-sîma ediyor insan-ı himmetperver.
Deha ise: Evvelâ nefs u cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor. İstidad-ı nefsanî neşvünema buluyor.
Ruhu eder hizmetkâr, daneleri kuruyor. Şeytanın sîmasını beşerde gösteriyor. Hüda, hayateyne saadet veriyor. Dâreyne ziya neşrediyor.
İnsanı yükseltiyor. Deccal-misal dehâ-i a'ver, bir dâr ile bir hayatı anlar; madde-perest olur ve dünya-perver. İnsanı yapar birer canavar.
Evet deha, sağır tabiata tapar. Kör kuvvete fermanber. Fakat hüda, şuurlu san'atı tanır, hikmetli kudrete bakar. Deha, zemine küfran perdesi çeker. Hüda, şükran nurunu serper.
Bu sırdandır: Deha, a'ma-i asam. Hüda, semî-i basîr. Dehanın nazarında, zemindeki nimetler sahibsiz ganîmettir.
Minnetsiz gasb ve sirkat, tabiattan koparmak canavarca his verir. Hüdanın nazarında; zeminin sinesinde, kâinatın yüzünde
Serpilmiş olan niam, rahmetin semerâtı. Her nimetin altında bir yed-i muhsin görür, şükran ile öptürür.
Yükleniyor...