pek münezzehtir ki; onun safi ve parlak damenine, ihlâl-i efham olan gubar konabilsin.
Bununla beraber, Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyan âyât-ı beyyinatının telâfifinde maksad-ı hakikîye telvih ve işaret ettiği gibi; bazı zevahir-i âyâtı -kinayede olduğu gibi- maksada menâr etmiştir.
Hem de usûl-i mukarreredendir: Sıdk ve kizb, yahut tasdik ve tekzib; kinayat ve emsallerinde, fenn-i Beyan'da "maânî-i ûlâ" tabir olunan suret-i mânâya raci' değildirler. Ancak "maânî-i sâneviye'' ile tabir olunan maksad ve garaza teveccüh ederler. Meselâ: "Filanın kılıncının bendi uzundur" denilse; kılıncı olmazsa da, fakat kameti uzun olursa, yine hüküm doğrudur, yalan değildir. Hem de nasıl kelâmda bir kelime, istiareye karine-i mecazdır. Öyle de; kelime-i vâhide hükmünde olan Kelâmullah'ın bir kısım âyâtı, sair ihvanının hakikat ve cevherlerine karine ve rehnüma ve komşularının kalblerindeki sırlara delil ve tercüman oluyorlar.
Elhasıl:
Bu hakikatı pîş-i nazara getiremeyen ve âyetleri müvazene ve doğru muhakeme edemeyen, meşhur Bektaşî gibi ki: Namazın terkinde taallül yolunda demiş: "Kur'ân diyor:
لَا تَقْرَبُوا الصَّلٰوةَ
İlerisine de hâfız değilim." Nazar-ı hakikate karşı maskara olacaktır.
* * *
İKİNCİ MUKADDEME
Mazîde nazarî olan birşey, müstakbelde bedihî olabilir. Şöyle tahakkuk etmiştir: Âlemde meyl-ül istikmal vardır.
{(*) Bizim bir Kürd demiştir:
Her zerrede temayül ayandır tekâmüle
Her soyda füyuz hüveyda-nema ile
Bir nokta-i kemale şitab üzre kâinat,
Ol noktaya teveccüh ile yükselir hayat.
Kahriyyat}
Onun ile hilkat-ı âlem, kanun-u tekâmüle tâbidir.
İnsan ise; âlemin semerat ve eczasından olduğundan, onda dahi meyl-ül istikmalden bir meyl-üt terakkî mevcuddur. Bu meyl ise, telahuk-u efkârdan istimdad ile neşv ü nema bulur. Telahuk-u efkâr
Bununla beraber, Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyan âyât-ı beyyinatının telâfifinde maksad-ı hakikîye telvih ve işaret ettiği gibi; bazı zevahir-i âyâtı -kinayede olduğu gibi- maksada menâr etmiştir.
Hem de usûl-i mukarreredendir: Sıdk ve kizb, yahut tasdik ve tekzib; kinayat ve emsallerinde, fenn-i Beyan'da "maânî-i ûlâ" tabir olunan suret-i mânâya raci' değildirler. Ancak "maânî-i sâneviye'' ile tabir olunan maksad ve garaza teveccüh ederler. Meselâ: "Filanın kılıncının bendi uzundur" denilse; kılıncı olmazsa da, fakat kameti uzun olursa, yine hüküm doğrudur, yalan değildir. Hem de nasıl kelâmda bir kelime, istiareye karine-i mecazdır. Öyle de; kelime-i vâhide hükmünde olan Kelâmullah'ın bir kısım âyâtı, sair ihvanının hakikat ve cevherlerine karine ve rehnüma ve komşularının kalblerindeki sırlara delil ve tercüman oluyorlar.
Elhasıl:
Bu hakikatı pîş-i nazara getiremeyen ve âyetleri müvazene ve doğru muhakeme edemeyen, meşhur Bektaşî gibi ki: Namazın terkinde taallül yolunda demiş: "Kur'ân diyor:
لَا تَقْرَبُوا الصَّلٰوةَ
İlerisine de hâfız değilim." Nazar-ı hakikate karşı maskara olacaktır.
İKİNCİ MUKADDEME
Mazîde nazarî olan birşey, müstakbelde bedihî olabilir. Şöyle tahakkuk etmiştir: Âlemde meyl-ül istikmal vardır.
{(*) Bizim bir Kürd demiştir:
Her zerrede temayül ayandır tekâmüle
Her soyda füyuz hüveyda-nema ile
Bir nokta-i kemale şitab üzre kâinat,
Ol noktaya teveccüh ile yükselir hayat.
Kahriyyat}
Onun ile hilkat-ı âlem, kanun-u tekâmüle tâbidir.
İnsan ise; âlemin semerat ve eczasından olduğundan, onda dahi meyl-ül istikmalden bir meyl-üt terakkî mevcuddur. Bu meyl ise, telahuk-u efkârdan istimdad ile neşv ü nema bulur. Telahuk-u efkâr
Yükleniyor...